30 Ocak 2012 Pazartesi

TINKER, TAILOR, SOLDIER, SPY

 

Robert Mitchum'un ağır giden karanlık filmlerini hatırlattı bana İngiliz sinemasının 2011'de çıkardığı en ilginç
işlerden birisi olan "Tinker, Tailor, Soldier, Spy". Asıl adıyla David John Moore Cornwell, yazarlıktaki takma adıyla John le Carré'nin 1974 yılında piyasaya sürdüğü roman 5 yıl sonra BBC tarafından sinemaya uyarlandı. Alec Guinness kitabın baş kahramanı George Smiley rolündeydi. İngilizler 30 yıl sonra projeyi yine masaya getirdiler. Yardımlarına koşan blogda da övgüye boğduğumuz, benim gibi vampir filmlerinden hiç hazzetmeyen bir adamı bile kendisine hayran bırakmış "Lat Den Ratte Komma In"'in İsveçli yönetmeni Tomas Alfredson oldu. Alfredson yurt dışına ilk çıktığında, İsveç'te çektiği 4 filmdeki o ağır havayı, kitap ve dizinin atmosferine son derece başarılı şekilde oturtmayı başardı ve İngilizlerin oldukça başarılı uyguladığı, kısa rolleri olan çok sayıda başarılı oyuncunun bir araya gelmesiyle oluşan kadro formülünü de arkasına alıp sınıfı geçti.

Gary Oldman'ın Smiley rolünü aldığı ve fazlasıyla Alec Guinness'i analiz ettiği her anından belli olan filmde, İngiliz istihbarat teşkilatının, Rusların içlerine sızdırdığı köstebeği bulmak için, zorunlu olarak emekli edilen bir istihbarat üyesini tekrar görevlendirmesini konu alıyor. Film Budapeste'nin Buda tarafında, Buda Kalesi'nin (Budin) önünde başlıyor ve İngiltere'ye ulaştıktan sonra İstanbul'a uğrayıp İngiltere'de finali yapıyor. İstanbul, beyaz perdede görmeye alışmadığımız ölçüde oldukça modern şekilde tasvir edilmiş ve gayet hoş bir sanat yönetimi mevcut. Bir saat gibi tıkır tıkır işleyen filmin finali de oldukça dingin ama grilimli biçimde son bulduğunda, seyirciyi etkilemek için ucuz manevralara başvurmayan kapı gibi bir casusluk draması kalıyor geriye. Oldman, bir Oscar adaylığı aldı filmdeki rolü ile. Colin Firth, Tom Hardy, John Hurt, Toby Jones, Mark Strong, Benedict Cumberbatch, Ciarán Hinds ihtişamlı kadronun oyuncuları. 2011'de batıdan çıkmış en iyi filmlerden birisi karşımızda.

AVCI, HAYALET'İN REKORUNA GÖZÜNÜ DİKTİ


















Klaas-Jan Huntelaar son dakikalarında sonucu bağlanan FC Köln-Schalke 04 maçında, bu sezonki gol sayısını 16'ya çıkardı. Bu 16 golü 18 maçta atmış olmasının yanı sıra 2003-04 sezonunda Roy "Das Phantom" Makaay'ın Bayern formasıyla sahip olduğu rekora da gözünü dikti. Makaay, o sezon çıktığı 32 maçta 23 golün altına imzasını koymuştu. Huntelaar Almanya Kupası ve Avrupa Ligi'ni de içine kattığınızda 29 resmi maçta 27 kez rakip fileleri havalandırdı. 5 kez kupada 6 kez de Avrupa'da golü var, ligdeki 16 golünün yanında. Aşağıda Bundesliga tarihinin 1 sezon içindeki en golcü Hollandalı oyuncuları var.

GÖSTERİNİN FUTBOLU-FUTBOLUN GÖSTERİSİ: OYUNSUZ FUTBOLA DOĞRU





















Futbol ve siyaset kesişmesi üzerine bize belirli aralıklarla yazılar paslayan Osman Bulugil yine siyasi doktrinlerle sahadaki futbolu bağdaştırdığı bir yazıyla karşımızda...

by Osman Bulugil

"Biz futbolcular tavuklar gibiyiz, tüm hareketlerimiz kontrol altında, her zaman katı kurallara tabiyiz; bütün yaptıklarımız devamlı tekrarlanan hareketlerden ibaret.”-Paul Gascoigne

Günümüz futbolunda artık yaratıcılık körelme eğilimi içinde. Oyunun estetiğinin pek de bir anlamı yok. Artık oyunu ne kadar tek tipleşen eğiliminde oynayabildiğiyle değerlendiriliyor takımlar. Durum böyle olunca, futbolun geleceğinde robotlaşmış bir oyun(cular)a eviriliyor, tabi bunun karşısında artık inatla estetik oyuna, futboldaki yaratıcığa vurgu yapmamız gerekiyor.

Premier Lig, bugün futbol dünyasının en önde gelen ligi konumunda. 1992–93 yılında kurulmasından bu yana birçok yönüyle diğer ligleri de etkisi altına almaya başladı. “En iyi futbol” un oynandığı lig olarak sıkça öne çıkartılan ligde artık birer makine haline gelmiş takımları izliyoruz. Yabancı oyuncuların ülkeye gelebilmesindeki FIFA sıralamasında ilk 70 ülkelerin milli takımlarında yüzde yetmiş beş oranında oynama şartı bile birçok şeyi gösteriyor: Yani liglerine en iyi oyuncuların gelmesini istiyorlarsa, şöyle bir algıdan söz edebiliyoruz: “en iyi futbolcular milli takımlarında istikrarlı oynayan futbolculardır”. Bu aslında şunu gösteriyor: istediklerinin yetenekli bir futbolcular olmadığını. Tam da “istikrar” la açıklayabileceğimiz bir makinenin dişlisini Premier Lig’e getirebilmek.

Örneğin Premier Lig’de Everton ile Fulham arasındaki futbolun farkından bahsetmek zor. Premier Lig’de nasıl makine gibi oynadıkları değil de, neleri yapamadıklarına bakmak gerekiyor. Basit bir orta saha analizi yaparsak: Premier Lig’de oyunun iki yönünü de oynayabilen orta saha oyuncusuna veya ‘on numaraya’ pek rastlayamazsınız. Fakat defansif özellikleri yanında ileriye koşular yapabilen savaşkan orta saha oyunlarına her takımda bulabilirisiniz. Franz Beckenbauer, (futbolda ilk kez defanstan ileriye 40–50 metrelik drippling’i icat etmişti) tarzında bir defansın veya Ronaldinho gibi bir on numaranın Premier Lig’deki herhangi bir kulüpten yetişebilmesi, hatta bu tarz bir oyuncunun bu ligde oynayabilmesi neredeyse imkansız.


















 Premier Lig diğer liglere bir dayatma ilişkisi içinde: Premier Lig üzerinden endüstriyel futbolun sömürüsünün dayatılması. Bu noktada sahadaki oynanan futbol da, kapitalizmin küresel sömürüsünden bağımsız şekillenen bir eğilim taşımıyor. Fiziki gücün öne çıktığı, sert ve maç boyu ikili mücadelelerin didişmelerden öteye gitmediği, oyuncuların mevkilerine çakılı oynamak ve sadece ona verilen görevi yapmaya odaklandıkları, gösterinin pazarlanmasını izliyoruz. Teknik adına herhangi bir gelişme ya da icattan söz edemiyoruz. Futbolu değerlendirmeleri takımların fiziki kapasitesine göre yapılıyor. Sahada aslında 22 kişiden oluşan bir tek bir makinenin parçalarını izliyoruz.

Endüstriyel futbolun göz bebeği konumunda olan Premier Lig’deki yönetim, kurallar ve oynanan futbol, en iyinin resmi olarak ortaya konuluyor ve birçok ligi de etkisi altına alıyor. Bu noktada Premier Lig’in bu karakteri, diğer liglere de bir anlamda model olarak dayatılıyor. Artık Premier Lig’den transfer edilen bir savaşkan orta saha oyuncusu için, geldiği ligdeki algı, sadece Premier lig’den gelmesinden dolayı bile, futbolu bildiği yönünde oluyor. Tabii aslında geldiği ligde oynanan bir futboldan söz edebilirsek…
Yaratıcılık ve Latin Amerika

Günümüz futbolunda oyun tarzları yok oluyor, yaratıcılık minimize oluyor, bu körelmeyle beraber ‘robotlaşmış’ oyuncular da çoğalıyor. Takımların formalarını değiştirseniz, artık hiçbirini tanıma şansınız yok. Endüstriyel futbolda kazanmaktan başka hiçbir çarenin olmadığı vurgusu dönüşümde etkenlerden biri. Buna, sporcunun performansını sürekli (aynı zamanda sınırsız?) artırmaya yönelik bütün çalışmaları da ekleyebiliriz. Yani sporun tekno-bürokratik niteliği.

Bununla ilişkili olarak bio-iktidardan bahsetmemiz gerekiyor: Bio-iktidar, kapitalizmin vazgeçilmez unsurudur ve yaşama iki türlü müdahalesi vardır, bunlardan birincisi (özellikle futbolla ilişkili olarak) bedene makine olarak yaklaşır ve bu disiplinci iktidardır. Bedenin disipline edilmesi, yeteneklerin optimize edilmesi ve daha verimli hale getirerek ekonomik denetim mekanizmalarıyla bütünleşmesine neden oluyor. Foucault’a göre bu, insan bedenin anatomi-politiğidir.























Oyunun izleyenlere bir tarafıyla ilham veren ‘estetiği’ artık konu değil. Seyircilerin odağı burası değil. Artık takımlarının ne kadar ‘yıldız’ aldıkları, kulübün nasıl yatırım yaptığı, başkanlarının söylemleriyle, futbolcuların maaşlarıyla vb. ilgileniyor. Bu süreç oyun taktiklerinin evrimini de içeriyor. Genelde, 2–3-5’ten, 4–5-1’e (anlayışa göre 5-4-1) olan eğilim olarak açıklanıyor. Tabi burada rakamları fetişistleştirmeyeceğimizi söyleyelim. Vurgulayacağımız şey, bugün ‘Açık’ oyundan bahsetmenin bile ne kadar zor olduğu. Taktikler ‘ürkek’ bir oyuna eviriliyor. Orta sahada iki ceza sahası arasında alanı kat edebilen, mücadele gücü yüksek, ikili mücadelelerde didişmeyi iyi yapabilen, ‘savaşkan’ orta saha oyuncuları var artık. 10 numarayı mumla arayacağımız bir eğilimin içindeyiz. Mesela Mourinho’nun Inter’in başındayken Barcelona’yı elediği Şampiyonlar Ligi yarı final maçında (2010’da), Inter’in topla oynama oranı yüzde 16’ydı.

Futbolda estetik dediğimizde, ilk aklımıza gelen Latin Amerika’da, bir futbol tarzından söz edebiliyoruz. Bu tarzı, amaca (gol olarak niteleniyor, ama bazen her şey güzel bir pasla başlayabilir!) ulaşmak için mutlaka gerekli olmayan, fakat oyuna zarafet katan hareketlerin oluşturduğu bir üslup diyebiliriz. Latin Amerika, iklimiyle, sömürgecilikten kalma Avrupa bağlarıyla, direnişleriyle Avrupa’dan farklı bir eğilimde oldu, olmaya da devam ediyor. Bu oyun tarzı, izleyenlere karşı zarif oyunu ve zaman zaman da bununla bütünleşen bir şenliğe karşılık geliyor. Örneğin, Latin Amerikalı oyuncuların maç içinde gol sevinçleriyle, gülümsemeleri, hislerini mimikleriyle yansıtmaları (bunu benzer olarak Akdeniz’de de bulabiliyoruz) görürken, Avrupa’da (Akdenizli kuzeyli ayrımı yapabiliriz), özellikle kuzeylilerde daha donuk, daha kızgın, gergin yarışmacılar görüyoruz (özellikle Premier Lig’de. Tabi Latin Amerikalı oyuncuları da Premier Lig’de kendilerine benzetebiliyorlar).

Premier Lig’de makinen bir dişlisine dönüşme eğiliminden çok uzaklarda Latin Amerika’nın sahillerinde hala ‘futbol’ oynamaya çalışan, estetik olabilmenin, yaratabilmenin, birçok insanca duyguyu yaşayabilmenin, ‘amac’ın önüne geçtiği çocuklar top oynuyorlar hala, çıplak ayakla…

by Osman Bulugil

Kendisine yazılarıyla ilgili görüş ve soruları iletmek için mail adresi.

osmanbulugil@gmail.com

28 Ocak 2012 Cumartesi

KURABİYE CANAVARI VAK 410



Her AZ-Ajax maçı bundan sonra hadiseli mi olacak bilmiyorum. Wesley adındaki manyak sahaya atladığından beri, atladığı maçı da sayarsak 3 maç oynandı. Birisinde tribünde çocuklar vardı diğerinde de kurabiyeler sahneye çıktı. Ne kurabiyesi? Hikaye trajikomik. AZ önce sahadan çekilip sonra Velet Arena'da Ajax'ı kupadan eledikten sonra, geçtiğimiz pazar günü Ajax'ı kendi evinde konuk edince Alkmaar belediyesi buzları eritmek için Ajax'lı taraftarlara maç öncesi, aşağıda resmini gördüğünüz kurabiyeleri dağıttı. Peki denyo VAK 410 (Ajax'ın en baskın tribün grubu) ne yaptı? O kurabiyeleri yemek yerine rakip oyuncu Maarten Martens kendi tribünlerinin önünden korner atarken sahaya fırlattılar. Neyse ki kurabiyelerden yaralanan olmadı (!). Maç bitti. Hollanda Futbol Federasyonu konuyla ilgili soruşturma başlattı ama Ajax'ı değil AZ'i sorumlu tutuyorlar. AZ Genel Direktörü Toon Gerbrands da "biz adamlara jest yaptık, bunlar ne anlatıyor" diye olayı eleştirdi. Bir dahaki maçta Alkmaar belediyesinin yerinde olsam hepsine acı biber turşusu dağıtırım. Sahaya kendilerini atarlar...



BİRA GEÇİDİ vol.8: TYSKIE


























Bildiğiniz gibi AB'ye girdikleri andan itibaren Polonyalılar ülkeden yeni bir "Kavimler Göçü" başlattılar. İngiltere topraklarının bir bölümünü işgal ettiler ve sonra da İngilizce konuşan nüfusun fazla olduğu diğer ülkelere akmaya başladılar. Hollanda'da bunlardan birisi. Şu an 130 kişilik mevcutu olan bizim şirkette, şirketin kurucusu olan Almanlardan sonra en fazla Polonyalı var. Biz misal youtube yasaklandığında "ülkeden gtme zamanı geldi" diye ortaya dökülüyoruz ya, bu elemanlar "ekonomik kriz olduğunda hiç panik yapmadık, niye yapalım ki, herkes 'dünyada Polonya'da yaşamaktan daha kötü ne olabilir' şeklinde düşündü" diyorlar. Yani bizi de aşmışlar. Bugün Lady Gaga Euro 2012'de kullanacakları Varşova'daki Stadyumu açıyor hayırlısıyla. Ama bizim derdimiz Tyskie isimli, Polonya'nın yurt dışına ihraç ettiği ve en azından vasatı aşabilmiş biraları.

Efendim, Tyskie bira fabrikası, 1629 yılında, yani Osmanlı İmprataorluğu ile Safevi Devleti arasında Revan Kalesi civarında çarpışmalar olurken, Katowice'ye 20 kilometre uzaklıktaki Tychy'de kuruldu. Hatta IV. Murat Lehistan Seferi'nden sonra doğuya yönelmiş, içkiye karşı çok katı kuralları olan IV. Murat'ın, Lehistan'ı kontrol altına almaya çalıştığı yıllarda Tychy'de bir bira fabrikası kurulmuştur ve bu açıdan da ironiktir. Hatta ve hatta, II. Viyana Kuşatması'nda Osmanlı ordularını Kahlenberg'de yenilgiye uğratan ordunun başındaki Jan Sobieski de 1629 yılında doğmuştur ve Tyskie biralarının kapağında da Sobieski'yi simgeleyen bir taç bulunur. Hatta Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı yenilgiye uğratan Sobieski için Papa "Viyana'nın Kurtarıcısı" ifadesini kullanmıştır. Lehler 450 yıldan fazladır bu birayı içiyorlar kısacası. Polonya pazarının % 18'ine sahip olan Tyskie AB'ye girişin de etkisiyle Avrupa pazarına açılmaya başladı. Hollanda'da bundan nasibini aldı tabii.





















Tyskie bilindik bir Lager. Her Habsburg etkisinin görüldüğü Orta Avrupa ülkesinin, tipik kafaya oynayan biralarından birisi. Eğer güçlü bir biraya geçiş yapılacaksa Duvel, Leffe Blond gibi ya da bir stout öncesine yerleştirilirse ısınma turu için gayet ideal. Arka arkaya içilirse bir süre sonra tekdüzelik ve sıkıcılık kendini gösterebiliyor zira kendisi için bira dünyasının Michael Carrick'i demek mümkün. Yani oynarsa "yararlı adam bu aslında" dersin ama oynamazsa da "tam Carrick'in maçıydı" diyeceğin an olmaz. Tyskie iddiası belli bir yere kadar olan, potansiyeli belli, zaman geçirmek için içilen bir biradır. Asla bir A kalite değildir, ama Polonya'dan yolunuz geçerse de elbette tatmadan dönmeyin.

Alkol oranı: % 5,6
Tür: Lager
Uyruk: Polonya
Standart Ambalaj: Şişe (33 cl), Kutu (50cl)
FD'nin Notu: 3/5

Bira Geçidi

CHARLY MOUSSONO




















Hem Nijer'in 2-0 hem de dün Fas'ı 3-2 mağlup ettikleri maçta Gabon milli takımını izleyeceklerin gözüne mutlaka çarpmıştır. Sol bek olarak görev yapan, 22 numaralı formayı giyen Charly Moussono isimli futbolcu. Böyle adamları gördükçe insanın futbola olan sevgisi, özveri denen şeyin varlığına inancı artıyor. Moussono yolda görseniz, 1 ay içinde bir salgın hastalıktan bu dünyadan göçeceğini düşüneceğiniz, 1.65 boyunda. Muhtemelen 60 kilo civarında, dolayısıyla çelimsiz, ufak tefek, rüzgar esse uçacak dediğiniz bir adam. Yukarıdaki fotoğrafta Hadji'yle karşılaştırdığınızda boyutları hakkında bir fikir sahibi olmuşsunuzdur. Yaşı 27. Gabon Ligi'nde, Missile takımında top koşturuyor. Yani takımındaki birçok oyuncu gibi Avrupa görmüşlüğü de yok. Öyle silik bir adam ki wikipedia'da ismiyle ilgili bir açıklama da yok. Hani linki mavi değil kırmızı olan adamlardan. Kendisi hakkında zaten internette doğru dürüst bir kaynak bulmak bile mümkün değil. Sahaya çıktığında eğri-büğrü duran bu adam, her maça hayatının maçı gibi çıkıyor ve takımıyla şimdiden çeyrek finale kaldı. Benim için şimdiden turnuvanın onbirinde sol bek mevkiisine oturdu. Nijer'le oynanan ilk maçta, takımının attığı ikinci gol onun sol kanattan uçarcasına yaptığı bindirmeyle geldi. "Aşırı kara" adamların takımı Gabon umarız ilerlemeye devam eder, biz de bu cüsse fakiri-futbol zengini adamı izlemeye devam ederiz.

A SEPARATION

























Artık herkesin, dünya üzerinde o sene yapılmış en iyi filmleri değil, Amerikan endüstrisinden çıkmış ve lobisi iyi yapılmış fimleri ödüllendirdiğini anlaması gereken Oscar Akademisi'nin bile kayıtsız kalamadığı bir film oldu A Separation. Ya da orijinal adıyla Codayi-i Nadir ez Simin. Nadir ve Simin'in ayrılığı. Akademi üyeleri yüzeyseldirler, yabancı dilde filmleri sevmezler bu tabii sadece onlara değil Hollywood endüstrisinden çıkmış her türlü ödül törenine özgüdür. Ricky Gervais'in geçtiğimiz yıl Altın Küre Ödüllerinde "şimdi sahneye gelecek insanlar insanlar göz kamaştırıcı ve yakışıklı, bu iyi oldu çünkü sunacakları ödül En İyi Yabancı Dilde Film ve bu ödülü Amerika'da kimse sallamıyor" demesi boş değil. Ancak A Separation'ın şöyle bir başarısı oldu. Akademi ödüllerinde yabancı dilde film için ayrılmış kategoriyi geçip En İyi Orijinal Senaryo ödülüne de aday oldu. Yönetmen Asghar Farhadi bana göre bu yapıtıyla en iyi yönetmen ve hatta en iyi filme de aday olmalıydı, özellikle de artık en iyi film adaylarına 9-10 film alınabiliyorken. Ama dediğim gibi çok da sallamamak lazım. Son yıllarda çok fazla Hollywood etkisinin görüldüğü yönüne eleştiri alan Berlin Film Festivali'nde Farhadi, Altın Ayı'yı kazanmakla kalmadı, filmin oyuncuları (ki filme adını veren karakterleri canlandıranlar) Leila Hatami ve Peyman Moaadi de en iyi aktör ve aktris ödüllerini alıp götürdüler. Bir çok eleştirmen İran sinemasının bu son harikasını 2011'in en iyi filmi olarak görüyordu.

Ayrılıkların ortaya çıkardığı en tipik duygulardan birisi olan "ikilem" üzerine enfes bir yapıt desek filmi özetlemiş oluruz herhalde. Bir çok kişi de serbest bir "Suç ve Ceza" uyarlaması diyor zaten. Ortada bir suç, bu suçun kaçınılmaz bir sonucu olan ceza ve bu cezayı çeken bir dolu insan var. Her biri film boyunca karşı karşıya kaldıkları yol ayrımlarında karar vermek zorunda kalıyor. Simin'in yıkılan evliliğine dönüp dönmeme ikilemi, Nadir'in yalan uğruna kızını yalnız bırakıp bırakmama ikilemi, Termeh'nin anne-babasını birleştirme uğruna daha çocuk yaşta masumiyetini kaybetmesi ikilemi, Razieh'nin kocasının sağlığı ve huzuru için gerçeklerle yüzleşememe ikilemi...Bütün bu yol ayrımlarında, yönetmen Farhadi o kadar duru ve yorumdan uzak bir dil tutturuyor ki film akıp gidiyor. Farhadi'nin en büyük başarısı tutturduğu bu müthiş denge, resmen önümüzde bir yıkılan evlilik ve getirdikleri belgeseli izliyoruz. Film içerisinde bir kaç kez izleyici kimin haklı olduğu yönündeki fikrini değiştirebiliyor ve işte bu yüzden bu "ikilem" duygusuna çok ustaca çekilebiliyor. Filmin finali dahi bu duygudan kopmadan ve filmin geneline ihanet etmeden karşımıza çıkıyor. İranlı yönetmen bize bırakıyor tüm yorumları...

Tabii çok ince şekilde çizilmiş, din, İran toplumunda kadının yeri, ahlak, evlilik portrelerinin önünde de saygıyla eğilmek gerekiyor. Filmin karakteri Houjat, bir sahnede Simin'e "bizi sürekli karılarını döven vahşi insanlar mı sanıyorsunuz?" derken İran'dan dışarıya da bir mesaj yolluyor adeta....

İzleyin izletin....Hem sevinmek için güzel bir sebep de var...Hollywood, tüm dünyada yapılmış ustaca filmleri alıp yeniden çevrime sokma işini İran filmleri için yapmıyor politik sebeplerle...Dolayısıyla bu filmi batıramayacaklar...


-Baban Alzheimer hastası, senin baban olduğunu bile bilmiyor...
-Ben onun babam olduğunu biliyorum...


KIRMIZI KURDELE TERK





















Askerde yazıcıydım. E fizik desen pek yok, dördüncü ayın sonuna doğru 2 barfiks çekebilmiştim ama ikincisi (ki bu sonuncusu oluyor) sonrasında gidip çeşmeye ağzımı 30 saniye boyunca dayamıştım. E elimiz de klavye tutuyor çok şükür, "TSK'nın devlet memurları" dediğim başçavuşun emrindeydim 5 buçuk ay boyunca. Sağolsun bizim Şaban başçavuş da sabırlı adamdı, sadece 1 kez bana defalarca "farklı kaydet" emri vermesine rağmen ben "kaydet" şeklinde ısrarla emre itaatsizlik yapınca, "Fırat senin de kartuşunu s...ecem haaaaa" diye beni karargahtan kovmuştu ama olur o kadar. 2 dakika sonra geri çağırmıştı yine. Askerde bir kere "üniversite mezunu" olmanızdan mütevellit kısa dönem olmanın bir laneti de vardır. Nedense bazı rütbeli askerler zaman zaman cidden bilmediklerinden, zaman zaman da gıcıklarından üniversitede askerlikle ilgili şeyler öğretildiğini sanırlar. Örneğin bir gün bir uzman çavuş bana "üst yazı yazmayı nasıl bilmezsin, bi de üniversite okudum diye geziyorsun" demişti. Ha gerçi o yine iyi...."Öyle üniversitede mala vurmaya benzemez, sürünün" diyenden iyiydi tabii. Askeriyede, üniversite ortamında her gün grup seks yapıldığını sanan bazı insanlar var maalesef....Neyse ben üst yazı ve oradan da Harry Redknapp'a gelecektim konu nereye geldi.

Severim Harry Redknapp'ı. Bizim hoca olmasından değil sadece, yüzünde tipik İngiliz ifadesi vardır ama aslında mağrurluktan çok Sussex Golf Kulübü'nden çıkıp fasıla gidecek de bir tip vardır. Portsmouth'da görev yaptığı dönemde başkan Milan Mandaric ile beraber vergi yolsuzluğu yaptığı iddiası sebebiyle mahkemedeydi dün. Kendisine sorulmuş bu yolsuzluk iddiaları. Adam masum olduğunu göstereyim derken kendini daha beter malzeme yaptı. Söyledikleri şu özetle. "Bilgisayarlara aram sıfırdır, hayatımda bugüne kadar tek bir e-mail bile atmadım, hayatım boyunca hiç faks çekmedim ve telefonla sms atmayı da bilmem, bilgisayarda hiçbir şey yazamadığım için kaydetmem de imkansızdır. Utanarak söylüyorum ama son derece dağınık bir insanım. Kulüpteki insanlara sorabilirsiniz, maç öncesi kadroları ben doldurmam, bütün mali işlerimi muhasebecim yapar, faturaları karım öder, hayatımda oturup mektup yazmışlığım yoktur, yazsam da 2 yaşında bir çocuk gibi yazarım ve noktalama hataları yaparım....."

Hocam "ben vergi kaçırdım" desen daha iyiydi.

25 Ocak 2012 Çarşamba

BEN ŞİMDİ OĞLUMA NE DİYECEĞİM PEPE?




Peşin peşin söyleyeyim bunu hatırlayan liseli değildir. 80'lerin sonunda futbolda şiddet karşıtı politikalardan birini desteklemek için yapılmış bir reklam filmi vardı. 10 yaşlarında bir çocuk babasından kendisini maça götürmesini istiyor, sonunda bir gün eve gelen babasının maça götürme kararı üzerine sevinçten havalara uçuyor, kaşkolu formasıyla maça gidiyor ama maç içindeki sertlikten, tribünlerdeki küfürden korkup her sert harekette her küfürde suratı şekilden şekile giriyor, maç bitip eve geldiklerinde de "anneeeee" diye koşup annesine sarılıyordu. Bir halta yaramadı tabii reklam filmi. Sonra o çocuğa ne oldu bilmiyorum. Elin Almanı bana bu filmi hatırlattı.

Bildiğiniz gibi az sonra, Barcelona karşısına, geçtiğimiz hafta Kral Kupası'nda oynanan maçın rövanşı için çıkacak olan Pepe Messi'ye yaptığı hareketten yırttı. Çünkü ortada bir hakem raporu yoktu. Daha doğrusu vardı da bu hareketle ilgili bir detay yoktu. İspanya'da henüz İngiltere'deki gibi "ben hakemi sallamam arkadaş kapı gibi görüntü var elimde" anlayışı yok. Hal böyle olunca bizimki bu akşam da daha 5. dakikadan yardırmaya başlayacak. Ha öte yandan sırf bu adam, Mourinho, Busquets gibi film adamlar için izliyorum El Clasico'yu zira gına geldi bu iki takımı izlemekten. Pepe'ye ceza gelmedi ama Katalanlara gönül vermiş, Katalunya'da yaşayan bir Alman olan Stefan Froreich, Pepe'yi Barcelona mahkemesine verdi. Código Penal, yani İspanya Ceza Kanunu'nun 147. maddesini ihlalden. Bir de yürek dağlayan açıklama vermiş basına. "6 yaşında oğlum bu görüntüyü gördü. Ben şimdi ona ne diyeceğim, bunlar sahada olan şeyler mi dyeceğim" diye tribünlere de oynamış. Ceza falan geleceği yok tabii Pepe'ye. Bu dünyaya biçmeye gelmiş olan Portekizli mesaisine devam edecek. Allah senin cezanı verecek birini gönderecek ama.......(akabinde Yedi Bela Hüsnü ufuktan belirir)

23 Ocak 2012 Pazartesi

BEN YIKILMAM



Hafta sonunda Ajax, AZ'e kaybetmeyip, PSV de puan kaybedince, Steve McClaren'in dönüşünden gaz alan Twente 5 gollü bir galibiyet aldı ve zirveyle arasını kapattı. Bu sezonun finali efsane bir sezon hikayesi daha çıkartabilir bize. Önümüzdeki hafta sonu ise Feyenoord ve Ajax "Klassieker"de karşı karşıya gelecekler ve bununla ilgili bir yazıyı ya Hayatım Futbol'da ya da bu sayfalarda okuyacaksınız. Onun öncesinde biz ligin en pes etmeyen takımlarının listesini verelim.Yani 1-0 geriye düştükten sonra pes etmeyip maça tekrar tutunanlar. Ajax bu alanda lider. Frank de Boer'un takımı bu sezon oynadığı 18 maçın 8'inde 1-0 geriye düştü ama bunların sadece 1'ini kaybetti. O da 2 Ekim 2011'de 1-0 geri düştükleri Gorningen maçı. Kalan 7 maçın 2'sini kazanıp 5 maçta da beraberliği kurtardılar. Excelsior ise bu sezon 12 maçta 1-0 mağlup duruma düştü ve bunların hiçbirinde skoru döndüremedi. 2 kez 1 puanı ancak kurtarıp 10 kez de mağlup oldular. Takımların mağlup duruma düştükleri maç sayısı, galibiyet, beraberlik, mağlubiyet sayıları, o maçlarda topladıkları puan ve ortalama yukarıda. Ajax'ın şerefine Cüneyt abimizin "Nadiieeaaaaeeaaaa" diye bağırdığı "Yıkılmayan Adam"dan bir sahne ile bitiriyoruz.....Önce Peruvian Flüt Band müzikleriyle başlayan sonra da Edip Akbayram'a geçen sahne sonunda ayakta ölen adam Cüneyt Arkın'a buyurun....Şu diyaloglar Motorcycle Diaries filminde yoktu ulan...



-Bunları gören uyana, insan nereye gidebilir, mutluluğu nerde bulur? Ezilenlerin, acı çekenlerin, benim gibi sürgünlerin vatanı nerdedir?

yürü be...konu Ajax'tan nereye geldi...

AÇ Bİ 35'LİK DAHA



Lionel Messi, Real Madrid'in taklacı Meksikalısı Hugo Sanchez'e ait olan, 4 sezon üstüste tüm sezon toplamında 35 golü geçen tek oyuncu olma unvanına ortak olmuş durumda. Malaga karşısında yaptığı hat-trick onun Katalunya'da yaptığı 14. hat-trickti. Bu sezon 32 maçta gol sayısını 36'ya çıkardı. 1986-90 yılları arasında Hollandalı Leo Beenhakker Real Madrid'in başındayken İspanya ve Avrupa kupaları toplamında sırasıyla 41, 35, 37 ve 42 gol atmıştı. Bir Hollandalı'nın yönetiminde bu başarıya ulaşan adamı, bir Hollandalı'nın (Frank Rijkaard) ilk kez kadroda düzenli olarak yer vermeye başladığı bir başka adam yakaladı. Messi son 4 sezondur (bu sezon elbet daha bitmedi) 38, 47, 53 ve 36 gol amış durumda. Gollerin yıllara ve maç sayısına göre dağılımı yukarıda

1 KORNER 3 PENALTI



Kuzey İrlanda Ligi'nin dördünüsü Coleraine'in orta saha oyuncusu Paul Owens'ın resitalini izleyeceksiniz. Biz Şükrü Gülesin ve Mustafa Denizli'yi biliyoruz ama Owens'ınki bir maçta 2 kere korneri doğrudan ağlara göndermek ve hatta hat-tricki kaçırmak olunca onu da buraya alalım istedik. Üstelik Owens geçen hafta Kuzey İrlanda Kupası'nda takımı Larne Tech Old Boys'u 3-2 mağlup ederken de kornerden gol atmıştı.Takımı 3-1 kazandı hafta sonu. 3 korner bir penaltıya gerek yok, Owens'ın kornerleri penaltıya bağlamış zaten. Yalnız vuruş tekniğindeki "şişirme" ekolü de gözlerden kaçmadı değil.

22 Ocak 2012 Pazar

EFSANE SEZON 5: 2001-02 İTALYA





















Efsane sezon serimizin yarısına geldiğimizde rotayı çizmeye çevirmenin zamanı geldi. Bir aksilik olmazsa bu serinin her ayağında farklı bir lige yer vereceğiz. 5 Mayıs 2002 tarihi İtalya Ligi için unutulmaz günlerden bir tanesiydi. Unutulmazdı, çünkü bugün Orduspor'un başında bulunan ve daha önce 2 kez Mallorca ile 2 kez de Valencia ile yerel ve uluslararası turnuvaların finalini kaybeden Hector Cuper kariyerindeki ilk şampiyonluğu elde edebilirdi. Stadyumdaki 80 bin kişinin, hatta rakip seyircilerin bile onları desteklediği bir günde kaybettiler. Hikayeye başlayalım. İtalyanların La favola del 5 Maggio”yani "5 Mayısın Hikayesi" olarak anlattığı hikayeye.

2001-02 sezonunda, Inter'de Marco Tardelli'den boşalan teknik direktörlük görevine, son 2 sezon Valencia ile 2  Şampiyonlar Ligi finali oynamış ve sırasıyla Real Madrid ve Bayern Munich'e kaybetmiş olan Arjantinli teknik adam Hector Cuper getirildi. Inter 1989'dan beri lig şampiyonu olamıyordu ve Lippi ile Tardelli dönemleri tam bir hüsrandı. Francesco Toldo, Fiorentina'dan transfer edilerek kale sağlama alındı. Emre Belözoğlu ve Okan Buruk Galatasaray'dan transfer edildiler. Christian Vieri, Mohammed Kallon, Alvaro Recoba'dan oluşan hücum hattı elbette 2 senedir sakatlıklar sebebiyle ortalarda görünmeyen Ronaldo'yu da bekliyordu. Javier ve Cristiano Zanetti, Stephane Dalmat, Luigi di Biagio, Clarence Seedorf, Dario Simic, Nicola Ventola, Ivan Cordoba, Marco Materazzi gibi isimler de katıldığında kadro müthiş bir güç haline geliyordu. Öyle ki Farinos, Vivas, Gresko, Sergio Conçeicao, Grigorios Georgatos gibi isimler bu kadronun önemsiz adamları gibi görünüyorlardı.

Ezeli rakip Milan sezona Fatih Terim ile başladı. O sezonun hikayesini Fatih'in Rossoneri'si yazısında bulmak mümkün. Son şampiyon, Fabio Capello yönetimindeki Roma ise kadrosunda bulundurduğu 6 Brezilyalı'ya ilaveten Batistuta, Delvecchio, Totti, Montella dörtlüsünün birbirine alternatif olduğu müthiş forvet hattıyla yine şampiyonluk adaylarındandı. Salas, Nedved, Trezeguet, Davids, Thuram gibi oyuncuları İtalyan oyuncularının etrafına çok iyi yerleştiren Juventus'ta, teknik direktör Marcelo Lippi ise Alessandro Del Piero, Antonio Conte, Gianluca Zambrotta, Gianluca Pessotto ve tabii ki Gianluigi Buffon gibi yerli oyuncuları ile devrede olacağını daha ligin başında gösterdi.

Inter lige ilk 5 haftada 4 galibiyetle başladı. 5. haftada Georgatos'un golüyle Bologna 1-0 mağlup edildi ve liderlik koltuğuna oturuldu. Ondan önceki 4 hafta Juventus zirvenin sahibiydi. 7. haftada Milano derbisinde Fatih Terim'in takımı onları 4-2 mağlup etti ve liderlikten indirdi.Luigi del Neri'nin sürpriz takımı Chievo liderlik koltuğuna oturmuştu. Inter'in şansı Roma'nın sezona kötü başlaması Juventus'un da 5 ve 9. haftalar arası tek bir galibiyet alamamasıydı ve siyah beyazlılar bu süre zarfında Roma'ya evinde mağlup olup Torino derbisinde beraberliğe razı oldu. 9. hafta Juventus-Inter maçı da 0-0 bitti ve 11. hafta Lazio Juventus'u evinde 1-0 mağlup etti. Lippi'nin takımı ilk 11 haftada sadece 4 galibiyet alabilmişti ve kendisine 5. sırada yer buldu. Inter ise 12. hafta Atalanta'yı deplasmanda 4-2 mağlup edip liderlik koltuğuna oturdu. 14. hafta lider ile takipçinin maçında, San Siro'da Inter ve Chievo karşı karşıya geldi. İtalyan futbol tarihinin en yaratıcı-mütevazi hücum ikililerinden Bernardo Corradi ve Massimo Marazzina'nın 1'er golü ile konuk ekip 2-1 kazandı ve liderlik koltuğunu geri aldı. Bu sırada Roma ve Juventus da galibiyet serisine başlamıştı ve bu 4 takım ilk 4'ü oluşturdular. AC Milan o sırada Fatih Terim'i kovmuş ve Carlo Ancelotti'yi göreve getirmişti, bu hoca değişikliği onları sezon sonuna kadar şampiyonluk yarışından uzak tuttu.

3 takım devre arasından sonra ilk 3 sıraya yerleştiler. Christian Vieri'nin muhteşem formu 11 ve 21. haftalar arasındaki 11 haftada sadece 1 maçı boş geçmişti. Inter 24. hafta Udinese'yi evinde 3-2 mağlup etti ve ilk 4 haftadan sonra ilk kez liderliğe yükselen Juventus'un Torino derbisinde 2-2 berabere kalması ile koltuğu devraldı. 26. hafta Juventus'la 2-2 berabere kalıp 28. haftada Roma'yı 3-1 mağlup ettiler. Takım 30. haftada kendi evinde çok kritik bir Atalanta maçı kaybetti. Liderlikte kaldılar ama Juventus ve Roma'nın nefesi artık iyiden iyiye hissedilmeye başlanmıştı. Son 4 haftaya girilirken Cuper'in takımı 62 puanla liderdi, Roma 60 puanla onu takip ediyordu ve Juventus 59 puandaydı.

31. haftada 3 takım da kazandı. Juventus Milan'ı Arjantinli defans oyuncusu Chamot'nun kendi kalesine attığı golle 1-0 mağlup etti. Inter Guardiola'nın penaltı golüyle 1-0 mağlup duruma düştüğü Brescia maçını 80 ve 83. dakikalarda Ronaldo'nun attığı gollerle kurtardı. Roma da Parma'yı 3-1 ile geçti. 32. haftada hem Roma hem de Inter takıldı. Roma Milan'ı geçemedi, Inter ise sezonun ilk yarısında kendilerine darbe vuran Chievo'yu deplasmanda da mağlup edemedi. Federico Cossato'nun 90. dakikadaki golü Inter'in 1 puana razı olmasına sebep olmuştu. Inter 66 puanla liderlik koltuğunda kaldı. Juventus 65 puanla ikinciliğe oturdu ve 64 puanla üçüncülüğe indi.

33. hafta yine kayıpsız geçildi. Roma, 1 hafta önce Inter'i çelmeleyen Chievo'yu 5-0 ile geçti. Juventus, Inter'e 2 hafta önce ecel terleri döktüren Brescia'yı 5'ledi. Bu 2 skor adeta Inter'in son haftalardaki stresinin bir göstergesiydi. Inter Piacenza'yı 3-1 mağlup etti ve son haftaya 69, 68, 67 gibi heyecanın dorukta olduğu bir sıralamayla girildi. 3 takım da deplasmana gidecekti. Roma sene boyunca Juventus'tan 4 puan çalan Torino deplasmanına giderken Juventus küme düşmeme mücadelesi veren Udinese deplasmanına gitti. Inter ise işi en zor olandı. Roma Olimpiyat Stadyumu'nda Lazio karşısına çıkacaklardı. Lazio'lu taraftarların hiçbirisi kazanmak istemiyordu çünkü Inter'i mağlup etmeleri halinde ezeli rakip Roma'nın şampiyon olma şansı vardı. Olimpiyat Stadyumu'nda 70 bini aşkın taraftarın tümü Inter'i destekleyecekti. Hector Cuper kariyerindeki bir başka finale gelmişti ve her şey kendi elindeydi. 5 Mayıs 2002 tarihinde bütün maçlar aynı tarihte başladılar.

Juventus daha 11 dakika içinde Trezeguet ve Del Piero'nun golleri ile 2-0 öne geçti. Ancak sadece Inter değil Lazio tribünlerini de ayağa kaldıran gol, 1 dakika sonra Christian Vieri'nin sağ kanattan kullanılan korner atışı sonucunda oluşan karambolde yaptığı vuruşla geldi. Inter Lazio önünde 1-0 öne geçmişti.

Karel Poborsky 19. dakikada kendi taraftarlarının dahi yuhaladığı bir gole imza atarak durumu 1-1'e getirdi. 5 dakika sonra Luigi di Biagio yine sağ kanattan kullanılan bir kornere ön direkte kafayı vurarak takımını tekrar öne geçirdi. Ancak Çek Poborsky'nin "ben bu oyunu bozarım" tavrı devrenin son dakikasında da devam etti ve Inter defansının kafayla Toldo'ya vereceği geri pasını önceden sezen futbolcu araya girerek maça 2-2'lik eşitliği getirdi. Devreler bittiğinde Juventus Inter'in üzerine çıkmıştı.

Cuper ikinci devrede Emre Belözoğlu dahil olmak üzere tüm kozlarını sahaya sürdü ama kaderinden kurtulamayacaktı. Önce 1997-99 yılları arasında Inter forması giymiş Diego Simeone, sonra da Simone Inzaghi Lazio adına golleri sıraladılar. Bu sırada Roma da Torino deplasmanında Cassano ile golü bularak 1-0 öne geçmişti. Destekledikleri Inter'in kendi takımlarını alt edemeyeceğini gören Laziolular bu sefer 2-0 öndeki Juventus'un gol yememesini beklemeye başladılar. Korktukları olmadı. Maçlar o şekilde bitti ve Juventus 71 puanla şampiyon oldu. Roma 70 puana yükselmiş, Cuper de 69 puanla yine şampiyonu alkışlamak zorunda kalmıştı.




















Cuper'in bu laneti 7 yıl sonra da karşısına çıktı. Aris ile Yunanistan Kupası finalinde Panathinaikos'a mağlup oldular. Juventus o sezondan sonra izleyen sezon da şampiyon oldu. Inter şampiyon olabilmek için Moggipoli Skandalına kadar beklemek zorunda kalacaktı.Terezeguet o hafta 1 gol attı ve gol sayısını 24'e çıkardı ama, son hafta Piacenza formasıyla 2 gol atan Dario Hubner onu yakaladı ve krallığı paylaştılar. Vieri'nin 22 golü Inter'e yetmedi.

Son haftaya kadar Roma ve Inter 17'şer hafta, Juventus ise sadece 5 hafta liderlik koltuğunda oturmuştu ve Juventus'un bu 5 haftasının 4'ü ilk 4 haftadaydı. Kısacası o koltuğa en az oturan takım sezon sonunda şampiyonluğu kucaklamıştı. O günün görüntüleri aşağıdaki videodan izlenebilir.




Efsane Sezon 1: 1988-89 İngiltere
Efsane Sezon 2: 1998-99 Almanya

Efsane Sezon 3: 2005 Japonya
Efsane Sezon 4: 1991-92 & 1992-93 İspanya

İSVİÇRE FUTBOLUNDAKİ YAŞ TAKINTISI







Soldan sağa, Young Fellows Zurich, SC Young Fellows Juventus, Old Boys Basel ve BSC Young Boys Bern. Young Boys Juventus takımı ismine aldanılmasın, 1992 yılında Young Fellows Zurich ve SC Italiana Juventus Zurigo takımlarının birleşmesi ile kurulmuştur. Bir Gençlerbirliği ile yetinmemenin ve su kaçırmanın sonuçları. Yalnız Old Boys Basel'in logosu da eski bilimkurgu filmlerindeki kontrolden çıkan uzay gemisi bilgisayarının ekranı gibi...

21 Ocak 2012 Cumartesi

ROSARIO CENTRAL 1937


























Aşağıda bahsettik burada da 1937 Rosario Central'den bir parça verelim. Resimde o yıllarda Arjantin ekonomisinin gayri safi milli hasılasının % 98'inin jöle üretiminden geldiğini göreceksiniz. Hatta ben en sağda kulüp başkanı olduğunu tahmin ettiğim, saç bakımından şanssız abimizin dışında jölesiz bir şahısa rastlamadım. Kel abimizin de yanlarda varsa pek şaşırmam....Ayrıca resim bir kere daha kanıtlamıştır ki, Todor Veselinovic bugün aslında 150 yaşındadır...

HAİN CÜZZAMLI'YA KARŞI


























Arjantin'in en önemli derbilerinden Rosario derbisi "El Clasico Rosarino"nun arkasında bulunan 2 takım Newell's Old Boys ve Rosario Central'in lakapları 1920'lere kadar uzanan bir hikayeden gelmektedir. Newell's Old Boys'un lakabı "La Lepra" yani cüzzamlılardır. Rosario Central ise "Los Canallas" yani "hain," ya da dolandırıcı"  olarak bilinir. 1920 yılında kentteki Carrasco Cüzzamlılar kliniğinin yöneticisi, hasılatı kliniğe aktraılacak bir maç düzenlemeyi düşünür ve bunun içinde Rosario'nun en üyük 2 kulübüne teklif götürür. Rosario Central bu teklifi reddeder, Newell's Old Boys ise yeşil ışık yakmıştır. O günden sonra Central, "Los Canallas", Newell's Old Boys ise "La Lepra" lakabını almış ve bu lakap 90 yılı aşkın süredir 2 takım tarafından taşınmaktadır.

AFRİKA ULUSLAR KUPASI


Kara Kıta'nın kupası bugün başlıyor. Bu kupayla ilgili güzel bir hazırlık için Hayatım Futbol 16. sayıyı okumanızı öneririm. Şurada takımlarla ilgili geniş bir araştırma var.Ben de Eric Gerets'in takımı Fas ile ilgili bir yazı yazdım. Gelecek yıldan itibaren kupa tek haneli yıllarda oynanacak yani gelecek yıl bir kupa daha var. Güney Afrika Cumhuriyeti'nde oynanacak. Sonrasında 2015 Fas ve 2017 Libya olmak üzere kuzeye gelecek. Kamerun, Nijerya, Mısır gibi devler yok. Dolayısıyla son 3 şampiyondan farklı bir şampiyon izleyeceğiz. Mısır, 2006, 2008 ve 2010'da kazanmıştı. 2004'te de gülen taraf Tunus'tu. Yani son 4 turnuva Kuzey Afrika takımlarının hakimiyeti ile geçti. En son 1976'da kupayı kazanan Fas turnuvanın Fildişi Sahili ile birlikte favorisi. Bir kaç anektod verelim.

Fildişi'nin 23 kişilik kadrosunda ülke sınırları içnide forma giyen hiçbir oyuncu yok. Yani 23 lejyoner oarada olacak. Gine'de ise 22 oyuncu yurt dışında forma giyiyor ve Pascal Feinduono şu anda hiç bir kulüple kontratı bulunmuyor. Burkina Faso'da ülke içinde forma giyen oyuncu sayısı 1, Senegal'de ve Gana'da 2. Sudan 23 futbolcusunun 23'ünün de Sudan'da top koşturması ile kendi alanında lider. Dahası 23 kişilik kadroda Al-Merreikh takımından 10, Al-Hilal takımından 9 oyuncu var. 16 oyuncusu yurt içinde forma giyen Botswana onları takip ediyor. Ama Botswana'nın yurt dışında oynayan 6 oyuncusu da etrafını çeviren Güney Afrika'dan, yani kıta dışında oynayan oyuncuları yok.

Fransa elbette lejyonerlerin en çok toplandığı ülke. 23 kişilik Mali kadrosunun 14'ü Ligue 1'de top koşturuyor. 16 takım x 23 kişilik kadro = 368 oyuncunun 59'u Fransa'da forma giyiyor. 16 takımın başında Afrika kıtasından Senegal, Fildişi, Sudan, Angola, Nijer, Tunus ve Botswana kendi ülkelerinden teknik adamlarla çalışacaklar. Kalan 9 ülkenin başında 3 Fransız, 2 Brezilyalı, 1 Alman, 1 Sırp, 1 Belçikalı ve 1 Portekizli var. Zambia'nın başında Bruno Metsu'nun "yakışıklı abi" kontenjanını devralan Herve Renard var. Adamı bugün Hollywood'a gönder. 2 tane büyük bütçeli filmde başrol kapar.

Kapatırken belirtelim. Grup maçlarının en güzel mücadelesi. 3 sene öncenin ömre bedel maçı Mısır-Cezayir'in bir başka versiyonu Fas-Tunus pazartesi günü. Kaçırmayın derim. Bizim iş yerindeki Faslı Abderrahim, "bu maçı kzanamazlarsa daha da turnuvayı izlemem" diyor. Yani Tunus'u yenmek bir Faslı için şampiyonluğa bedel. Tunuslular için de aynı elbet.

20 Ocak 2012 Cuma

ARDA TURAN VE "BU KULÜP"

 

19 Ocak 2011 tarihinde BirGün gazetesi Uçan Hollandalı köşesinde yayınlanmıştır.

-----------------------------------

Arda Turan, özel hayatı ve futbol yaşantısı ile ilgili ülke basınından ve futbolseverlerden tepki gördüğü günlerde, ona sahip çıkmıştık bu sayfalarda. O gün içine girdiği psikolojide kendi hataları olduğu kadar etrafındaki atmosferin ve ona biçilmeye çalışılan Metin Oktay rolünün, bu kadar genç bir adam için tehlikeli olduğundan bahsetmiştik. Arda, Madrid uçağına bindi ve gitti. Blackburn uçağına binen Tugay Kerimoğlu ve San Sebastian uçağına binen Nihat Kahveci gibi olmasını istedik bundan sonra çizeceği profilin. Ama olmadı. Bu 2 adam, son yıllarda Türkiye’den yurt dışına açılmış ve başarı açısından en tepede yer alan oyuncular olmalarını, geride bıraktıklarıyla uğraşmamalarına ve yeni işlerine konsantre olmalarına borçluydular. Gittikleri ülkeden geriye doğru mesaj gönderen bir dolu adam ise ya birkaç hafta sonra kürkçü dükkanına döndü ya da başarılı olamadılar. Futbolumuzun “kadrolu kırgını” Hakan Şükür yıllar önce Torino’ya gittiğinde, antrenmanlar sonrası, muhabirleri yanına alıyor “ben çok mutsuzum, çok kırgınım, istemeden satıldım, Rizzitelli bana pas vermiyor” diye yakınıyordu. 6 ay kalabildi İtalya’da. Sonraki macerasında yılın en kötü transferi seçildi. Bereket o zamanlar ortada "Yılın Bidonu" ödülü yoktu yoksa yarışta açık ara önde gideceği aşikârdı. Kariyeri boyunca kendisini en kibar tabirle bulunduğu yere getiren Galatasaray’a olan kırgınlıklarını, yöneticilerin basiretsizliklerini anlatmakla geçirdi. Bugün en büyük “hobisi” de yine bu.

Üzülerek gördüğümüz, Arda’nın yazının girişindeki 2 kişinin değil, devamında anlattığımız ismin peşinden gitmesi. Ama onun bu etkiye gireceği daha Şükür’ün TRT’de yorumculuğa başladığı ilk programda belli olmuştu. “Birçok yabancı oyuncu yüksek paralara oynarken, kendi öz evlatlarınıza kontrat teklif edilmiyor, Arda’yı ben araya girerek yeni kontrata imza attırdım” dediğinden beri gözümüze çarpıyor. Geçtiğimiz hafta sonu, Galatasaray’ın eski kaptanı televizyon programlarına bağlandı ve yine eski kulübünden duyduğu rahatsızlıkları dile getirdi. Madrid’de çok mutlu ve kafasının rahat olduğunu söylüyordu ama açıkça değildi işte. Halen Türk televizyonlarını izliyor, halen konuşulan konularda yorum yapma ihtiyacı duyuyordu. Telefonu aldı eline, o meşhur top toplayıcı olduğu yıllarda çekilmiş resminde dahi üzerinde olan eşofmanın renklerinden “bu kulüp” diye bahsetti. Galatasaray adını ağzına bile alamıyordu ya da almıyordu. Kulübün eski oyuncularına karşı sürdürdüğü vefasızlığından ve şu meşhur eğilip bükülebilen “duruş” kavramından söz etti. Ona göre bir kulübün büyüklüğü başarılarından değil, duruşundan belli oluyordu ve Galatasaray’da böyle bir duruş yoktu. “Neden ülke dışına gittikten aylar yıllar sonra futbolu bırakan Tugay Kerimoğlu’nu Ali Sami Yen’e davet edip onore ettiler ve hiçbir taraftarın ona karşı olumsuz bir duygusu yok da bana var?” diye sormadı mesela.

Zamanın birinde yazdıklarımızı hatırlatalım. Arda, ne Metin Oktay gibi sembol olabilecek bir adamdı ne de Messi ile yetenekte karşılaştırılabilecek bir futbolcu. Ona bu unvanları haksızca, zorla yedirmeye çalıştık, kaldıramadı, kaldıramadığını fark ettiğinde aslında şansı da yaver gitti, kalkıp gitme fırsatı ayağına geldi. Bu fırsatı kullandığında ona hiç kızmadım ama 2 senede yıpratılmış hayatını düzeltme ve kaostan uzak durma şansı varken, bunun yerine o kaosun içinde yoğrulmaya devam etmek istemesi. İşte burada kendi muhasebesini yapması lazım. Umarım Galatasaray’ın yeni yükselen yetenekleri Emre Çolak ve Semih Kaya gibi isimler sırf yıllar önce sırtında eşofman ile top toplarken bugün Vicente Calderon’da top koşturuyor diye onu örnek almazlar. Zira örnek alacakları adamın örnek aldığı adamın ömrü Galatasaray’a kırgın olmakla geçmişti.



 
















Lefter gibisi gelmez artık

Ona yazının sonunu ayırmamız yazacak şeyimiz olmadığından değil ne yazsak boş olacağından. O zamanın adamları da, adamlığı da, futbolculuğu da, basını da, terbiyesi de, taraftarlığı da başkaydı. Başka bir adamdı Lefter, biz modern çocukların bilmeye haddinin olmadığı. İnsan hayatında hiç izlemediği bir futbolcunun en büyük olduğuna inanır mı? İnanıyor işte. Bugünün futbolcuları yıllar sonra yaşama veda ettiklerinde onun gibi hatırlanacaklar mı? Asla. Dedim ya bugün artık her şey başka. Ne sahadakiler iyi hatırlanmayı, ne de dışarıdakiler iyi hatırlamayı istiyor. O iyi adamlardan birisi daha gitti. Fenerbahçe sevgisinin “ordinaryüsü” idi Lefter. 86 yaşında, bir Brezilyalı genci bağrına basabiliyordu hiçbir art niyet olmadan, saf kulüp sevgisiyle. Bugünün yalan “kral” ve “büyük kaptanlarına” önce örnek sonra kapak olsun. 

19 Ocak 2012 Perşembe

VELET ARENA'DAN AZ GALİP ÇIKTI























Amsterdam Arena'nın bugünkü halini daha önce blogda anlattık. AZ geldi ve olaylı şekilde yarıda kalan maçta Ajax'ı 3-2 mağlup edip kupada çeyrek finale yükseldi. 20.000 çocuk ve 6 çocuk başına 1 ebeveyn uygulaması sonucu içeri girebilen yetişkinler stadyumdaydı.
























350 güvenlik görevlisinin hazır bulunduğu stadyuma Ajax yönetimi bilerek tam kapasite seyirciyi almadı.



























Resimlerden sonra, AZ'in maçın skorunu tayin eden penaltı golü sırasındaki görüntüdeki ses desibeline de dikkat çekerim.





Amsterdam'da İstila
Amsterdam'da İstila - 2
Velet Arena

ABİLERİNİ DE SEVMEZDİM PEPE



Katalan medyası dün akşamki meşhur "elbastı" gösterisi sonrası sessiz kalmayacaktı herhalde. Katalunya'nın en çok okunan gazetesi Sport gitti, tam 24 yıl önceki hadiseyi bulup getirdi ve Real Madrid'e resmen "siz hep çirkeftiniz" yaftasını yapıştırdı. 1986-87 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finali. Real Madrid Bayern Munich'le eşleşmiş. İlk maç Münih Olimpiyat Stadyumu'nda. Bayern Augenthaler'in golüyle 1-0 öne geçiyor. Matthaus 30'da penaltıdan farkı ikiye çıkartıyor, Wohlfarth 37'de durumu 3-0'a getiriyor. Şaşkın Real madrid oyuncularda şalter atıyor. Juan Gomez Gonzalez, nam-ı diğer Juanito 8. dakikada Chendo'yla ikili mücadeleye giren Lothar Matthaus yerde yatarken gelip sırtına basıyor. Alman oyuncu yerde kıvranırken maçın İskoç hakemi Bob Valentine kartına davranıyor ama öbür taraftan bir başka Real'li Manuel Sanchis olay yerinde bitip Matthaus'un dizine kramponunun altıyla darbeyi yapıştırıyor. Futbol hayatını bitirecek dizi parçalayacak hareket...Sanchis'in hareketi gözden kaçıyor. Juanito kırmızıyı görüp Avrupa kupalarından 5 yıl men cezası alıyor. Sezon sonu Real onu Malaga'ya satıyor. 1992 yılında aynı Juanito İspanya'da geçirdiği trafik kazası sonrası hayata veda ediyor. Ama Katalan medyası bunu sallamıyor tabii...Video yukarıda...

18 Ocak 2012 Çarşamba

BİRA GEÇİDİ vol.7: DREHER

























Geçen cumartesiyi kaçırdım diye seriyi boşladım sanmayın buyurun dönüş yapıyorum. Bugün uzanacağımız ülke Macaristan efendim. Ülkenin gurur kaynaklarından, Kasım 2011'de ziyaret ettiğimiz Budapeşte'de tanıştığımız  Dreher'ı konuk edeceğiz serinin 7. bölümüne. Dreher bira fabrikası, bira yapımında kendilerine önemli bir su kaynağı sağlayan Danube nehrinin yakınında, şehrin Buda ve Pest taraflarında kuruldu. 1962 yılında Kőbánya Bira Fabrikası'nı satın alan Anton Dreher önemli bir kâr sağlamayı hedefliyordu ama kısa süre sonra vefat edince 14 yaşındaki oğlu Anton Dreher Jr.'a kısmet oldu. Junior, kısa sürede Kőbánya'yı ülkenin en çok aranan tescilli markası haline getirdi. 20. yüzyılın başında kendisine rakip olabilecek diğer fabrikaları da bünyesine katıp hızla genişledi. 1992'de halka açık bir şirket haline geldiler ve 2002'de de, bugün dünyanın en büyük ikinci bira dağıtımcısı olan SABMiller'ın bünyesine girdiler.

Dreher tipik bir süpermarket birası. Budapeşte'deki herhangi bir süpermarkette kendisine kolayca ulaşmak mümkün. Ülke içinde elbette rakipleri var. Sopron gibi ya da Çek diyarından gelen efsane Pilsner Urquell gibi (serinin ikinci halkasında incelemiştik). Danube nehrinin ve şehrin karasal ikliminin etkisiyle, soğuk diyarların tipik bira çeşidi lager ekolünün en tipik temsilcilerinden. Zaten Orta Avrupa'daki ülkelerin çoğu stout veya bock maceralarına girmeden, bira dediğin altın renkli olur deyip geçiyorlar. Macaristan'ın Avrupa için oldukça ucuz bir ülke olması sebebiyle de turistlerin de gözdesi durumunda. Örneğin 50'lik bir biranın fiyatı 1,5 euro civarında ki bu fiyat Hollanda'da ortalama 4-5 euro örneğin.



Eğer yolunuz bir gün Budapeşte'ye düşerse sizleri Bohemia restoranına gidip 10-12 euro civarı bir fiyata giriş, ana yemek ve tatlıdan oluşan menüyü hüpletmeye ve beraberinde Dreher'ı götürmeye davet ediyorum. Girişte benim ismimi verin dayağı yiyin...

Alkol oranı: % 5
Tür: Lager
Uyruk: Macaristan
Standart Ambalaj: Şişe (33 cl), Kutu (50cl)
FD'nin Notu: 3,5/5

Bira Geçidi

17 Ocak 2012 Salı

NEWCASTLE'DAN SUNDERLAND'E TRANSFER ÇALIMI
























Blogun formatı Türk basının bilindik formatı olsa Freiburg'un harika çocuğu Papiss Cissé'nin de fotoğrafını koyar altına da "Newcastle ezeli rakibine öyle bir şey yaptı ki......" diye bırakır habere tıklatırdım ama ne yapalım wordpress değil blogger üzerinden çalıştığımızdan yazı kabak gibi otada. Efendim Dakar doğumlu Senegalli futbolcu çok yakında Newcastle United forması giyecek. Geçtiğimiz yıl attığı 22 gol onu Freiburg tarihinin bir sezonda en çok gol atan oyuncusu yapmış ve hatta bir Afrikalı oyuncunun Bundesliga'da bir sezonda ulaştığı en yüksek rakama da imza atmıştı. Önceki rekor Eintracht Frankfurt formasıyla sezonda 20 gol atan Anthony Yeboah'a aitti. Dahası ocak 2010'da Freiburg'a adım attığından beri takımın gollerinin yarısının altında onun imzası vardı (37 gol). Krallıkta Gomez'in ardından ikinci oldu. Bu sezon da 9 golü var. Hoffenheim'da forma giymiş Demba Ba ile Bundesliga kariyeir olan Senegalli forvet denemesi tutan Newcastle yanına Cissé'yi de koyacak. Freiburg onu alırken Metz'e 1.3 milyon euro ödemişti. Magpies'e 12 milyon euroya satacaklar. Yerine FC Kölnden Sebastian Freis'i aldılar. Aynı performansı almaları çok zor tabii. Alan Pardew'ün takımı böylece forvet hattında oldukça uyumlu bir ikiliyle 2012 yılını geçirecek. Bu birlikteliğin sonuçlarını dikkatle izleyeceğiz.

13 Ocak 2012 Cuma

ARSENAL'IN HOLLANDALI PRENSLERI


Van Persie ve Dennis Bergkamp'in Arsenal'deki performanslarinin karsilastirilmasi. Bergkamp 1995-2006 yillari arasinda Gunners formasi ile 423 macta 120 gol atmisti. Van Persie 116 gole 256 macta ulasti. Son 13 macta 14 golu var. En tepeden asagiya dogru tercume edersem Toplam lig maci, toplam lig golu, kupa maclari, kupada attiklari goller, Avrupa kupasi maclari, Avrupa kupasi golleri, Super Kupa (Community Shield) maclari, Super Kupa golleri, Toplam mac, toplam gol

PARLAMADAN SÖNMÜŞ BİR YILDIZ SERHIY SHERBAKOV


























Uruguaylı Dario Silva 90'ların sonu ve 2000'lerin başının en gözde forvetlerinden birisiydi. Özellikle Malaga takımında Dely Valdes ile oluşturduğu ikili, kulübün tarihindeki en iyi dereceleri elde etmesini sağlamış ve Silva da bu dönemde Uruguay'ın Dünya Kupası kadrosuna girmişti. Gol atamamasına rağmen takımının kupadaki 3 maçında da ilk onbirdeydi. Malaga'daki bu parlak performansı onun Sevilla'ya transferini getirdi. Orada Malaga'daki kadar başarılı olamadı ve 33 yaşında Portsmouth'a gitti. Ancak 2006 şubatında serbest bırakıldı. 2006'da ülkesinde bir trafik kazası geçirdi ve sağ bacağı ayak bileğinin bulunduğu yerden kesildi, aksi halde ölüm tehlikesi bulunuyordu. Önemli bir psikolojik tramva geçirdi ancak bunu atlatarak, bacağına takılan protez yardımıyla sahalara döndü. Yardım maçlarında forma giydi. Hatta MLS takımlarında forma giyeceği söyleniyordu ama gerçekleşmedi. Bugün 39 yaşında ve her ne kadar bir ayağını kaybetse de bunun kariyerinin sonunda başına gelmesine de şükrediyordur belki de. Zira her trafik kazasından onun gibi kurtulanlar yok tarihte...Ukrayna asıllı Sovyet futbolcu Serhiy Scherbakov gibi...

İşte o Dario Silva'nın da ilk kez adını duyurduğu turnuva olan, 1991 yılında Portekiz'de düzenlenen FIFA Dünya Gençler Şampiyonası birçok yıldızı dünyaya tanıtmıştı. Turnuvanın şampiyonluğunu kazanan Portekiz milli takımında, tümü 19 yaşın altında olan Figo, Rui Costa, Jorge Costa, Abel Xavier, Rui Bento, Capucho, Joao Pinto gibi oyuncular bulunuyordu. Final oynayan Brezilya kadrosunda ise Roberto Carlos ve Elber gibi isimleri sayabiliriz. Juan Esnaider, Magnus Hedman, Patrik Andersson, Mark Bosnich, Zeljko Kalac, Tony Popovic, Dwight Yorke, Scott Minto, Chris Bart-Williams, Alfonso, Ismael Urzaiz, Paolo Montero ve Silva bu turnuvadan geçmiş isimlerdi. Bir isim daha vardı onların arasında. Turnuvanın gol kralı olan 19 yaşındaki Scherbakov.

1971 yılında Sovyetler Birliği'nin Donetsk kentinde doğmuş ve kentin takımı Shakhtar Donetsk'de futbol hayatına başlamıştı Scherbakov. 1991 yılında Sovyetler Birliği genç takımına seçildi ve takımla beraber Portekiz'deki turnuvaya katıldı. Grubun ilk maçında Mısır'ı onun golüyle 1-0 mağlup etti Sovyetler. Sonraki maçta Avustralya'ya mağlup oldular. Son maçta Trinidad&Tobago'yu 4-0'la geçerlerken yine 1 golün altında imzası vardı. Çeyrek finalde İspanya karşısına dikildiler. Daha sonranın Bilbao efsanesi olacak Urzaiz İspanyolların tek golünü attı. 3-1 kazandılar. Gollerden ikisi yine Donetsk'li gence aitti. Yarı finalde Brezilya'ya 3-0 mağlup oldular ve üçüncülük maçında Avustralya karşısına çıktılar. Normal süresi 1-1 bitti maçın. Scherbakov yine golü atan isimdi. Penaltılarla bronz madalyayı kazandılar. Scherbakov 5 golle, Urzaiz, Pineda ve Elber gibi isimleri geride bırakıp turnuvanın gol kralı oldu.






















1992 yılında Portekiz takımı Benfica'nın başına geçen Bobby Robson, 1 sene önce ülkede yapılan turnuvada tüm dikkatleri üzerine çeken Scherbakov'u transfer etmek için hareket geçti. 21 yaşında Donetsk'ten kalkıp Lizbon'a geldi Scherbakov. 1992-93 sezonunda 17 maçta 4 gol attı. Ancak işler tahmin ettiği gibi gitmedi. Zira onu kulübe getiren Bobby Robson, 1993 aralık ayında, UEFA Kupası'nda Casino Salzburg'a elenilmesi sebebiyle, takım lider olmasına rağmen kovuldu. O sıralarda Jose Mourinho Robson'ın tercümanlığını yapıyordu ve Scherbakov onunla da tanışma imkanı buldu. Futbolcular bu büyük teknik adama saygı amacıyla bir veda yemeği düzenlediler. Robson Scherbakov'a yemek sırasında, yeni takımında göreve başlar başlamaz onu transfer edeceğini söylemiştir laf arasında. Ancak bu hiçbir zaman gerçekleşmez, bu yemeğin dönüş yolculuğu bir kabusa dönüşür zira. Scherbakov'un kullandığı araba bir trafik kazası geçirdi. Omuriliğinde tam 3 yerden çatlak tespit edildi. Alkollü olan ve kırmızı ışıkta geçtiği saptanan genç Ukraynalı'nın boynundan aşağı felç oldu. Bir dolu rehabilite programına tabi tutuldu. Bir gün Sporting formasını tekrar giyeceği umuluyordu ama hiçbir zaman yürüyemedi bile. Kaza sonrası Bobby Robson, felç olmasa, Scherbakov'un Avrupanın en önemli futbolcularından birisi olabileceğini söylemiştir. Daha 1 yıl önce gol krallığında geride bıraktığı isimlere ve yaşına bakılırsa hiç de haksız sayılmazdı. 1994 yılında kulüp onun kontratını feshetti. 1997'de Moskova'ya döndü ve orada rehabilitasyonunu devam ettirdi.




















Bugün 40 yaşında Scherbakov. Moskova'da yaşıyor ve hala tekerlekli sandalyede hayatını sürdürüyor. Sporting Lizbon'un özel organizasyonlarına katılıyor. Halen onu hatırlayanlar var. Bobby Robson sağlığının kötüleştiği yıllara kadar onunla bağlantıda kalmıştır.

11 Ocak 2012 Çarşamba

SENİN GİBİ BABANIN....



Çocukluğum Ümraniye'de geçti. Ümraniye, bugünkü halinden çok daha farklıyken, yabancı bir kaset bulmak için uzun uğraşlar sonucu hiçbir şey elde edemeyip Altunizade Capitol'a gittiğimiz zamanlar. O zamanlar her boş alan her arabanın geçmediği alan bir futbol sahasıydı. Örneğin bizim en az 4-5 tane farklı sahamız vardı. Tabii saha dediğimiz boş alan yoksa kale file ne gezer (ha kendi ellerimizle yaptığımız kale ve filenin hikayesini sonra anlatacağım), mahalle maçları için büyük saha, kendi aramızdaki maçlar için bir saha, tek kale maçlar için bir saha, 9 aylık ve 21 için bir sahamız vardı. Tabii her mahallenin futbol düşmanı teyzesi, amcası, dayısı, abisi bizde de mevcuttu. Bununla ilgili zamanında Futbol Katilleri adında bir de yazı yazmıştık zamanında. Bizim mahallenin futbol katili, sadece katilliğini yeşil sahalara futbolcu olarak yetişeceklerin önüne taş koyan tipten değildi, bildiğin "katil"di. Bizimkiler'deki Yavuz Bey cinsinden. Ama onun gibi komik, onun gibi hikaye dolu değildi. Önünde top oynadığımız binanın 5. katında oturur, her akşam arabayla bizim top oynadığımız alanın yakınından geçer, bilerek topun üzerine sürer, Ford Taunus'unu apartmanın önüne terkettikten sonra tüm akşam bizi panjurlu balkonundan izler, arabaya kazara top gelirse küfürler savurur bunun üzerine bizim tayfa arasında "adamın tabancası varmış oğlum" diye söylenti dolaşırdı. Yıllar geçti, ne tabancayı gördük, ne katilliğini. Bunun yalan olduğunu öğrenene kadar zaten yoldan asfalt geçmiş bizim de oyun alanı başkasına kaymıştı.


İsveç'teki hikayeyi okuyunca o yıllara gitti aklım. Cumartesi günü İsveç'in doğusundaki Uppsala şehrinde bulunan Fyrishov Arena'ya, maç sonrası eşyalarını bırakmak için gelen, kentin Sirius adındaki Florbol takımının antrenörü Conny Eriksson, salon kapısının önünde tişört ve şortuyla bekleyen bir çocuk görüyor. Sıcaklık -8 derece. 10 dakika sonra salondan çıktığında ufaklığı orada soğuktan donarken görüyor. Soruyor "ne yapıyorsun burada?" diye. Zavallının babası tarafından, minikler maçında kötü oynadığı için, bilerek orada soğukta bırakıldığı ve babanın 70 kilometrelik yolu tek başına döndüğünü öğreniyor. Arıyor babayı bir hışımla, aldığı cevap "bu senin işin değil, bugün berbat oynadı, o yolu geriye yürüyebilir" oluyor. 10 yaşındaki çocuğu takım arkadaşlarından birisi stadyumdan alarak evine götürüyor. Baba ise Stockholm'de evinde keyif çatıyor tabii. Konuyla ilgili takım yetkilileri çocuk istismarı yüzünden soruşturma açılmasını istediler. Tabii ufaklığın şanssızlığı öyle bir babadan doğmuş olması ve o eve dönecek olması...

10 Ocak 2012 Salı

KÜÇÜK BESLEME



Aşağıda 12 yaşındaki çocukların muhtemel tribün macerasından bahsettik. İşte hayat böyle, kimisi 12 yaşında tribünlere girdim iye seviniyor, kimisi 1 sene sonra Bundesliga'da imza atıyor. 13 yaşındaki Nico Franke, Hoffenheim tarafından, Bayern Munich, Hamburg ve Werder Bremen'in de kendisine talip olduğu ortamda tek bir kuruş ödemeden takıma kazandırıldı. Franke, Tennis Borussia Berlin forması giyiyordu (Almanya altıncı kademesinde mücadele eden takımın kadrosunda 8 Türk oyuncu bulunuyor). Gençyıldız adayı, Hoffenheim kentinde bir ailenin yanına yerleştirilecek, eğitimini tamamlarken Hoffenheim ile de futbol eğitimini alacak altyapıda. Bu arada tabii ki tüm yolculuk, yiyecek, giyecek ve benzer masrafları ödenecek. Kulüp, transfer sonrası kamuoyunda oluşan ve oyuncunun kendisi ile ailesini baskı altına aldıkları iddialarını yalanladı. Bundesliga liglerinden sorumlu DFL'nin (Deutsche Fußball Liga) Genel Direktörü Holger Hieronymus kulübü yetenek avcılığını abartmakla suçlamıştı. Hertha Berlin eski hocası Markus Babbel de, "bu çocukları daha 15 yaşına gelmeden ailelerinden koparmak doğru değil" şeklinde görüş bildirdi. Muhtemelen coğrafya sözlüsü sırasında şöyle bir muhabbet geçecek olabilir.

-Evladım niye çalışmadın
-Hoffenheim'la antrenmanım vardı hocam
-Velin gelsin, velin... 






VELET ARENA


Ajax-AZ maçının tribünleri için nihai karar verildi. Önce seyircisiz, sonra Fenerbahçe modeli derken, 19 Ocaktaki maç 12 yaş ve altı çocuklara ve adambaşı minimum 6 çocuğa velilik etmek şartıyla yetişkinlere açık olacak. Giriş bedava ve giriş sırasında çocuklara "stadyum güvenliği" adı altında bir kitapçık verilecek.Maç 0-0'dan ve 11'e karşı 11 olarak başlıyor. Fenerbahçe'nin kadın ve çocuklar modeli "seyircisiz oynamama cezası cinslere bağlı değildir ve kadın-erkek farketmez" felsefesi ile reddedildi. Ajax bunun üzerine federasyonun eğitim politikaları tarafına çalıştı ve en azından boş tribünlere oynamayacaklar. Maça girmek istemeyen veriller için Amsterdam Arena'nın lokasyonu gayet elverişli. Hemen yakında bir sinema kompleksi ve konser salonu var. Orada da zaman geçirmeleri mümkün.

9 Ocak 2012 Pazartesi

ADELE - SET FIRE TO THE RAIN





Black Pearl'ün bir ara günde 15 kez şarkılarını arka arkaya çalmasından ötürü duyduğum rahatsızlık sebebiyle bu hanımefendiye bir önyargım yok değildi ama sesi var maşallah. Bir de zaten bu dönemde ortalık popüler müzk ucubelerinden geçilmezken bu işlere bulaşmadan yoluna devam eden isimlere sarılmak lazım. Bir de kardeşimizin Tottenham taraftarı olduğunu öğrenmemle sempatim daha da arttı (ayrıca bizzat Tottenham doğumludur, bizim mahallenin çocuğu anlayacağınız). Duyguklarım içinde en sevdiğim şarkısını ekliyorum kendisiyle barışmamızın şerefine. Henüz Adele uzmanı değilim, tahminim 2013 yılında 23 diye albüm gelir ama albüm isimlerinden şimdiden onu çaktım.

ZLATAN ÜRETİYOR































 Blogda defalarca okumuşsunuzdur Zlatan Ibrahimovic hakkındaki görüşlerimi. Bana göre futbol tarihinin, özellikle de modern futbolun en şişirilmiş adamlarından birisidir. Evet 2003 yılından itibaren oynadığı 4 farklı takımda 8 şampiyonluk elde etti sezon sektirmeden ve hatta 2001-02'den alırsak da 10 sezonda 9 şampiyonluk anlamına geliyor. Serie A'da 2 yılın futbolcusu olmak üzere sayısız ödül kazandı. Son 8 sezonda sadece 1 kez 10 gol barajının altına düştü. Bunların hepsini anlattığınızda elinizde büyük bir silah var gibi duruyor. Belki de öyle, belki de ben onun hakkındaki ön yargımı değiştiremiyorum ama benim için hala 2 sırt, 3 topuk pasıyla salyaları akıtan bir adam. Tabii bir de Juventus'ta kazandığı 2 şampiyonluğun Juventus'un elinden alındığı, Inter'de 3 kez üstüste şampiyon olurken ortada Inter dışında bir takım olmadığı ve Barcelona'da aslında başarısız bir Eto'o takasının sonunda şampiyonlukta büyük bir ilave katkısının olmadığı gibi yorumlarla da konuyu zorlayabiliriz ama adı üzerinde zorlama olur. Bizim yazının konusu ise (bu kadar salladıktan sonra) İsveçli'nin kariyerinin en iyi sezonunu geçirdiği üzerine.

Takımı Atalanta deplasmanında 2-0'lık galibiyetle dönerken 1 gol atıp 19 resmi maçta 17 gole yükseltti bu sezonki performansı. 1999'da Malmö'de başlayan kariyerinde bu derece üretken hiç olmamıştı. Bugüne kadar, 2007-08'de, Inter forması giyerken çıktığı 34 resmi maçta attığı 22 gol, 0,65 ortalama ile onun en iyi sezon performansı olmuştu. Ibrahimovic'in Milan ile çıktığı son 10 resmi maçta 11 golü var.


2011 FIFA YILIN FUTBOLCUSU...























Bu konuyu çok uzatmayacağım. Messi geldi FIFA Yılın Futbolcusu Ödülü'nü aldı gitti. Xavi de 3 kez aday olup alamayarak Bernd Schuster'in France Football zamanlarından kalma unvanına ortak oldu. 1991'den itibaren FIFA'nın devraldığı ödülü bugüne dek Zinedine Zidane ve Ronaldo (Brezilyalı kel) 3'er kez kazanmıştı. Messi onların rekorunu egale etti. Bu arada ödülü dokuzuncu kez bir Barcelonalı kazanıyor. Ronaldinho (2 kez), Ronaldo (2 kez), Rivaldo ve Romario (1'er kez) kazanmıştı daha önce. 2007'de ve 2008'de sırasıyla Kaká ve Cristiano Ronaldo'nun arkasında kalan Arjantinli ödülü kimseye bırakmıyor son 3 senede. Aşağıda ödülü kazanan futbolcuların 1991'den itibaren listesi var.

DEPLASMAN FAKİRİ BARCA





























Sanırım yıllar sonra blogda Barcelona'nın kötü performans üzerine bir yazı yazacağız. Gerçi kötü lafı Barcelona şartları için aslında mükemmelin biraz uzağı gibi değerlendirilebilir. Álvaro Vázquez'in, dün akşam, Barcelona derbisinin 86. dakikasında durumu 1-1'e getiren golü Katalanların bu sezon kötü giden deplasman karnelerine bir kırık notun daha eklenmesine sebep oldu. Gelinen 17 maç sonunda, Guardiola'nın ekini daha şimdiden geçtiğimiz sezon deplasmanda kaybedilen puanları kaybetmiş durumda.4 beraberlik ve 1 mağlubiyetleri var deplasmanda ve bu da onlara 11 puan kaybettirdi şu ana dek. Geçen sezonun sonunda bu rakama ulaşmışlardı. 2007-08 sezonundan beri en kötü deplasman performansına imza atıyorlar. O sezon Frank Rijkaard'ın başında olduğu takım 6 maç kaybetmiş ve 8 kez de berabere kalmıştı. Sezon sonu Hollandalı'nın takımı deplasman maçları baz alınan puan durumunda sekizinci sıradaydı.












Yukarıdaki Guardiola dönemi Barca'nın sezonluk deplasman performansı ve kaybettiği puanları gösteriyor. Real Madrid bu sezon Bernabéu'dan uzakta sadece 1 kez mağlup olup 1 kez berabere kaldı. 22 puan topladılar. Hatta Valencia bile bu sezon Barcelona'dan fazla deplasman puanı topladı. 8 maçta 14 puan. Pep'in takımının bu sezonki deplasman maçları aşağıda.Son sütun kaybettiği puanlara ayrılmış.