31 Ocak 2009 Cumartesi

BİRİ BANA ANLATSIN vol.2


















Times gazetesinin kısa zaman önce yaptığı bir araştırma bu. Türkiye'ye uyarlamak güzel olacak diye düşündük. Türk futbolunda sevmediğiniz 20 şey. Times'ın listesinde 50 tane var ama biz bunu 20 sayısına indirdik. O listeden bir farkı olarak da takım isimlerini katmama kararı aldık. Zira adım gibi biliyorum ki katmamız halinde birinci Fenerbahçe ikinci Galatasaray çıkacak (ya da tam tersi). Onları bir kenara ayırdık. Aklınızda olan ve Türk futbolu ile alakalı her şeyi yazabilirsiniz. Buna herhangi bir futbolcudan, bir hakeme, bir yöneticiye, Türk futbolundaki herhangi bir kurumdan, televizyon spikerlerine, spor yazarlarından, forma tasarımlarına kadar her şey dahil. Örneğin Times gazetesinde bu araştırmada Craig Bellamy, sırt numaraları, açıklanmayan transfer bedelleri, maç sırasında sürekli yemek yiyen seyirciler, Joey Barton, dördüncü hakem, kulüplerin resmi siteleri, dövmeli futbolcular, yayın saatleri, yeni stadyum planları gibi bir dolu şey var. Gelen yorumlara göre sıralamayı yapıp gelecek hafta başı açıklayacağız. Atış serbest, tabi saygı ve üslup kurallarına bağlı kalarak.

SERENA TER ATTI

















Nasıl başlık ama. Fotomaç mode on. 19 Ağustos 1995'teki Mike Tyson-Peter McNeeley maçını izleyenler hatırlar. Gece yarısı yataklarımızdan kalkıp ağırsiklet unvan maçını izleyelim diyenler 10 dakika sonra yatağa geri gitmişlerdi. Maç öncesi buzdolabından abur cubur almaya gidenler de yerlerine oturduklarında "eee hani maçı televizyon veriyordu" diye boş gözlerle ekrana bakmışlardı zira maç bitmişti ve Peter McNeeley daha 89. saniyede Tyson'ın buldozer etkisindeki yumruklarıyla yerle bir olmuş ve çekilmişti. Serena Williams-Dinara Safina maçı da böyle bir maçtı işte. Kahvaltı fonunda güzel bir maç izleyelim amacıyla. 59 dakika sürdü. Serena Williams 6-0 ve 6-3'lük setlerle kazandı. Maçın özetini şöyle vereyim size. Serena Williams'ın ilk servisinden kazandığı puanın oranı % 95 (20/21), Dinara Safina'nın ise % 52 (15/29). Daha ikinci oyunda maçın nasıl geçeceği belli olmuştu. Serena Williams kendi oyunlarında ilk servisi çok etkili atıyor, Safina ya çevirdiği topları dışarı atıyor ya da Wiliams ikinci vuruşta oyunu bitiriyordu. Safina'nın servislerinde ise Rus tenisçi ancak ikinci servisleri, onu da çift hatadan kaçınmak içni oldukça yavaş atıyor, Williams da bu yavaş topları çapraz çizgiye passing-shotlarla çiviliyordu. Bütün maç böyle geçti. Serena Williams hiç "challenge" hakkını kullanmadı, bir kaç tane tartışmalı hakem kararı olmasına rağmen. Çünkü "nasıl olsa bir sonraki puanı alırım" havasındaydı.


















Amerikalı tenisçinin daha 1 gün önce çiftler finali oynamış olması ve üstüste 2 gün 35 derecede ve oldukça yüksek nemde maç oynayıp ikincisini rakibini bu derece ezerek kazanması onun ne kadar güçlü bir tenisçi olduğunu gösteriyor. Dünya sıralamasının yeni bir numarası Serena Williams.

30 Ocak 2009 Cuma

EZELİ REKABET-38



















Abuzer Kömürcü vs. Erdal "The İt" Kömürcü

BİR KIŞ GECESİ RÜYASI



















Anlatılmaz yaşanır bir maç oldu. Ne anlatayım ki. Korttaki 2 tenisçi de İspanyoldu ama ben 5. setin sonlarında Hollandalı spikerden acaip heyecan sesleri çıktığını duydum kaç kez. Maç başladığında kahvaltıyı etmiştim. Maç sırasında öğle yemeği yedim, maç bittiğinde akşam yemeğinde ne yesem diye düşünüyordum. Tam 5 saat 14 dakika sürdü maç. Avustralya açık tenis turnuvası tarihi rekoru. Bittiğinde Avustralya'nın % 90'ı ikinci rüyasını görüyordu. Yerel saat 01:10'u gösteriyordu ve bu 5 saat 14 dakika süren maçın 4 saat 40. dakikasında hala Fernando Verdasco adlı adam 222 km hızla servis atabiliyordu. Ben manava kamyondan 10 tane karpuz atsam "dur arkadaş kolum yoruldu dinleneyim" derim. Manav dedim belirteyim, Verdasco dördüncü setin başında meyve yemeye başladı enerji ve şeker kaybı için, maç sonuna doğru mandalina, elma, muz derken 2 kilo meyve götürmüştür. 5 set sürdü mücadele. Son sette durum 3-3'e geldiğinde bir ara Rafael Nadal'ın yüzünde "olmayacak bu iş" ifadesi vardı sanki. Top toplayıcı çocuğun kendisine attığı topu tutamadı, ufak bir süre konsantre olamadı. Ama bizi de yanılttı. Maç boyu 3 çift hata yapan Verdasco bunların son 2 tanesini son oyunda ve sonuncusunu da 30-40 iken yapınca Rafael Nadal finale yükseldi. Üstelik oyun 0-40 olmuştu ve Verdasco 2 maç puanını 2 file önü smacıyla çevirmişti. Eskiden maçlar bittiğinde kazanan tenisçi filenin üstünden atlayıp diğer tarafa geçer kaybedeni kutlardı. Nadal bu eski geleneği canlandırdı. Filenin üstünden diğer tarafa geçip teselli etti rakibini. Ben beni zevkten 4 köşe yapan en az 20 tane puan sayarım. Hele durum final setinde 3-2 iken oynanan bir puan var ki tribünlerde 2-3 kişi hastaneye kaldırıldı sandım gelen tepkilerden. Ömrümde Patrick Rafter-Goran Ivanisevic ve geçen seneki Rafael Nadal-Roger Federer Wimbledon finallerinden sonra gördüğüm en iyi tek erkekler tenis maçı oldu. Wimbledon dışında da izlediğim en iyi tek erkekler maçı. Maçın şanssızlığı bir yarı final olması ve birçok kişinin işi dolayısıyla bu maçı izlemekten mahrum kalması. Rafael Nadal için daha önce de yazmıştım, bir gün göreceksiniz bu adam tribünlere çıkıp top çevirecek, üstelik öyle sıradan bir çevirme değil çapraz çizgiye forehand vurarak. İkisi de sonuna kadar hakettiler maçı. 193 puan aldı Nadal maç boyunca, Verdasco ise 192. Kim haketmiştir ki bu maçı. Hem skor açısından çekişme yaşanan, hem tenisçilerin inatçı olduğu hem de vuruşların kalitesi açısından da üst düzey bir tenis maçını hiçbir spor karşılaşmasının heyecanına değişmiyorum. Tarafsız olduğum hiçbir futbol maçında bu heyecanı hissedemiyorum örneğin. Son 7 ayda bu derece üst düzey ve doyurucu tenis maçları izlememiz büyük şans.



















Önümüzde finaller var. Yarın tek bayanlarda turnuvanın en iri 2 bayan tenisçisi Dinara Safina ve Serena Williams karşılaşacak. Bayanlar tenisinin geleceği açısından önemli bir mesaj bu bize. Yavaş uyavaş erkek tenisindeki özelliklerin öne çıkması WTA Tour için tehlikeli bir gösterge. Pazar günü de "el classico" karşımızda olacak. 7 ay içindeki 3. Roger Federer-Rafael Nadal finali. Sert kotta oynayacakları ilk Grand Slam finali. Nadal'ın ilk Avustralya Açık finali. Federer kazanırsa Grand Slam sayısında 14'e ulaşıp Pete Sampras'ı yakalayacak. O saatte beni arayan veya kapımı geleni sopayla kovalarım bilesiniz.

6-7 (4-7), 6-4, 7-6 (7-2), 6-7 (1-7), 6-4

KAYSERİ-SİVAS FACİASI





















Tam da ortasında futbol hayatımızın. İzlemekten keyif aldığımız; iyi bir futbol, güzel bir gol için dilendiğimiz, oynayanlarına methiyeler düzdüğümüz, yollarına paralar döktüğümüz, mutlulukları üstlendiğimiz, üzüntülere ortak olduğumuz bir oyun yani; güzel oyun. Hiç bitmesin istenilen maçların, tekrar tekrar izlenen gollerin, zaferlerin sarhoşluklarındaki zamanın bir ömür boyu yadigar kaldığı bir sosyal olgu. Filelerle kavuşmasında mest olduğumuz meşin yuvarlak ise gün geliyor, kötü anılar bırakıyor bizlere. Kaybedilen bir maçtan, görülen kırmızı karttan, ellerden kayıp giden kupadan çok daha kötü anılar. İnsanların canını alabiliyor.Futbolu elbette, güzellikleriyle, verdiği keyifle hatırlamayı tercih ediyoruz; aynen hayatta olduğu gibi. Ama

Dortmund'da meydana gelen ve bir Borussia Dortmund taraftarının ölümüne sebep olan faciadan sonra gündeme tekrar oturan stadyum güvenliği konusunda geçmişimizdeki kötü anıları konuşalım istedik. Bu bugünlerde Türk futbolunun odağındaki takımlardan olan Sivasspor'a da farklı bir açıdan bakmamızı sağlayacaktır.

1960'lar - Türk futbolunda değişim

1967'de yaşanan Kayseri-Sivas faciasını konuşmadan önce, şartları bu seviyeye getiren gelişmelere kısaca değinmek gerek. 1960'ların ortalarında ikinci ligin kurulması ve Futbol Federasyonu başkanı Orhan Şeref Apak'un şehir şehir gezerek il kulüpleri kurulması yolundaki teşvikleri neticesinde Anadolu'da hemen her şehrin bir takımı oldu. Şimdi geriye dönüp baktığımızda takdirle karşılayabileceğimiz bu hareket, kısa vadede beklenmedik sonuçlara yol açtı. Özellikle gelişmekte olan Türkiye'de rekabet halinde bulunan şehirlerin takımları arasında ummadık sürtüşmeler yaşanmaya başlandı. Bursaspor ve Eskişehirspor maçlarının her birinin büyük olaylara sahne olduğu hala konuşulan hikayelerdendir. Kayseri ve Sivas arasında da meşum olaydan önce, iki küçük hadise yaşanmıştı. İlk olay 1965 yılında gerçekleşmiş, Sivas Sümerspor ile Kayseri Şekerspor arasında oynanan maçta yaralananlar olmuştu. 1966 yılında da Kayseri Havagücü ile Sivas Sümerspor arasındaki maçta meydana gelen olaylarda 1 kişinin ayağı kırılmış, 20'ye yakın kişi ise muhtelif yerlerinden yaralanmıştı. Türkiye'de futbol gün geçtikçe gelişirken, bu patlamaya hazır olmayan asayiş birimleri olaylar karşısında bocalıyordu.

İki takım kuruluyor

Türkiye şehirlerinin 'takımlaşma' hareketinden Orta Anadolu'nın iki büyük kenti Kayseri ve Sivas'ın da etkilenmemiş olması elbette düşünülemez. 1950'lere ve 60'lara ekonomik patlamasıyla damga vuran Kayseri'de kulüpleşme hareketi 1966'da başladı. 1966 yılı ilkbaharında Erciyes, Sanayispor ve Ortaanadolu kulüplerinin birleşmeleriyle Kayserispor ortaya çıktı. Takım 1966-67 sezonundan itibaren ikinci ligdeki yerini aldı.Diğer yakada ise çalışmalar 1967'de başladı. Mayıs ayında tüm hazırlıklar tamamlandı ve Yiğidolar, Sivasspor adıyla Türk futbolundaki yerlerini aldılar. Sivasspor da 1967-1968 sezonuna tam olarak hazır edilerek, ikinci lige yerleştirildi. Komşu şehirler birbiriyle ilk kez 1967-1968 sezonunda İkinci Lig Beyaz grupta karşılaşacaktır. Bu ilk resmi maç 17 Eylül 1967 tarihinde Kayseri'de oynanacaktır.

Bu genel bilgilerden sonra, o günkü olayların öncesini ve sonrasını zamanın 'Cumhuriyet Gazetesi' kayıtlarından takip ederek sizlere aktardığımızı belirtelim. Olayın kısa vadede gelişimini ve sonuçlarını bu şekilde takip etmenin daha uygun olacağını düşünüyoruz.

İlk Maç - 17 Eylül 1967

Maç günü 40 otobüs, 20 minibüs ve trenle şehre gelen 5 bin Sivaslı taraftar, sabahın dördünden itibaren şehre yayılarak takımları lehinde tezahüratlara başlar. Günün asayiş kayıtlarına göre bazı Sivaslıların şehirde bulunan geneleve gittiği ve burada çıkan kavgada dördünün yaralandığı belirtiliyor. Ayrıca şehrin asayişini bozan 6 Sivaslı da merkez karakolunda tutuklanr.Bu olayların da etkisiyle polis, stada giren Kayserili ve Sivaslı taraftarlar üzerinde aramalar yapmış fakat kayda değer bir şey bulamamıştır. Maçtan sonra en çok tartışılacak konulardan birisi olacak bu durum emniyetin önemli hatalarından biri olarak gösterilirMaç saat 16:00'da başlar. Stadyumu dolduran 21 bin kişi tezahüratlarla takımlarına destek olurlar. Maçın 20. dakikasına gelindiğinde Kayserispor forveti Küçük Oktay'ın attığı gol olayları tetikler. Hala çok net olmamasına rağmen olayın tanıklarının ifadelerine göre gole sevinen Kayserili çocuklara karşı Sivas tribünlerinden tepki başlar. Sivaslı taraftarların elma paketlerinin altından çıkardıkları taşları çocuklara atması üzerine panik başlamış ve kaçışmaya başlayan çocuklardan ikisi ezilerek ölmüştür.

Bu olayın ne kadar doğru olduğu konusunda elimizde net bir bilgi yok. Ancak öyle anlaşılıyor ki, doğru ya da yanlış, bu söylentinin yayılması üzerine Kayserispor taraftarları taş, sopa, bıçaklarla Sivaslı taraftarların üzerine yürümeye başlar. Bu hareket üzerine de Sivas tribünlerinde başlayan panik büyük bir faciaya yol açacaktır. Binlerce Sivaslının kapılara yüklenmesi ve stat çıkışındaki düzensizlikler 38Sivaslı'nın olay yerinde havasızlık ve sıkışmadan ötürü can vermesine yol açar. 300'ü aşkın kişi de taş, sopa ve bıçaklarla yaralanır.Stadın dışına kendilerini atan Sivaslılar ise etrafa park edilmiş 60 kadar Kayseri plakalı arabanın ve spor salonunun çerçevelerini indirerek toplu halde stadın 5 kilometre uzağına parkedilmiş araçlarına doğru yol alır. Derhal yola çıkan taraftarlar şehrin 50 km dışında durdurdukları Kayseri plakalı araçları ateşe verir. Bu, maç sonrası yaşanacaklara dair önemli bir habercidir.

Olayın hemen sonrası

Ülkede bu kadar büyük çaplı bir olayın hem de bir spor müsabakası yüzünden meydana gelmesi büyük bir telaşla karşılanmıştır. Olayın ertesi günü bütün gazeteler, içeriğin önemli bir kısmını Kayseri'de yaşananlara ayırır. İki şehir arasında etnik mücadele ve sosyal rekabetten de kaynaklanan problemler bulunması olayın üzerine daha önemle gidilmesine yol açar, fakat kısa vadede açıklamaların ne kadar sığ ve yetersiz olduğunu örneklerle görebiliriz.Kayseri Emniyet Müdürü Şerafettin Gökçeören, "Sivaslı taraftarlar 1-0'lık yenilgiyi hazmedemediği için ve maçı tehir etmek maksadıyla bu hadiseyi çıkardı" der.İçişleri Bakanı Faruk Sükan ise, önce bir yazılı açıklamayla olayı takip altına aldıklarını belirtir ve sonrasında Kayseri'ye hareket eder. Bu sırada Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Vedat Ali Özkan, maçta 237 polis, jandarma ve bekçinin görev yaptığını belirtir.Olayın iki yakasından ise durumun vehametini hafifletici açıklamalardan ziyade, birbirlerini suçlayıcı ifadeler gelir. Sivasspor II. Başkanı Güngör Tabak, maçtan önce Sivas Senatörü Rıfat Öçten ile Kayseri valisini uyardıklarını belirterek şunları söyler:"Maça girişte Sivaslıların üzerleri aranmıştır. Böylece Sivaslıların maça taşla girdikleri iddiaları yersizdir. Kayserililer saha içinden ve dışından bizim seyircilerimize taş attılar. Saha dışına çıkmak isteyen Sivaslılar ise ezilmek ve havasızlık suretiyle öldüler."

Diğer taraftan Kayserili yöneticiler de maç sırasında Sivaslı seyircilerin Kayserili taraftarları taşa tuttuklarını iddia eder. Bu davranışlar üzerine Kayserili taraftarların da harekete geçmek zorunda kaldıklarını eklerler. Bu arada Kayseri'ye gelen Sivas valisi de açıklamalarıyla olaylara tuz biber ekmiştir: "Ölülerimizi almaya geldik. Sivaslılar ölülerini bekliyor. Ölülerimizi almadan gitmeyeceğiz."Maçtan sonra belki de en samimi açıklama ise maçın o ana kadarki tek golünü atan Oktay Aktan'dan gelmiştir:"Keşke ayağım kırılsaydı da gol atmasaydım. Dün gece uyuyamadım. Gözlerimin önüne tribünlerdeki insanların hali gelince ağlamadan edemedim. Keşke yenilseydik de bu olaylar çıkmasaydı."















Sivas'ta yaşananlar

İki şehir arasındaki rekabetin etkisiyle başlayıp futbol sahasında en kanlı sonucunu veren bu mücadele, maçtan sonra sokaklarda yankılarını sürdürmüştür. Stadyumda 40 kişinin öldüğü haberi, her yere kısa sürede yayılmış ve özellikte Sivas'ta yaşananlar da en az maçta yaşananlar kadar bu olayın içine girmiştir. Maçtan hemen sonra Sivas'ta Kayserililer'e karşı herhangi bir taşkınlık gösterilmemesi için önlemler alınır. Özellikle Sivas'a 10 kilometre uzaklıktaki Kayseri köprüsü ile ildeki Kayserililere ait dükkan ve binaların önünde jandarma ve polis görevlileri tutulur. Fakat önlemler yetersiz kalır. Olayın akşam saatlerinde duyulması üzerine halk sokaklara dökülmüş ve Kayseri istikametinden gelen araçlardan maça giden 5 bin Sivaslı'nın akıbetini öğrenmeye çalışır. Halk geceyi vilayetin önü ve Kayseri yolu üzerinde geçirir. Ölü sayısı hakkındaki birbirini tutmaz ifadeler ise halkı iyiden iyiye çileden çıkarır.

Sabah saatlerinden itibaren Sivas'ta oturan Kayserililer'e karşı galeyan başlar. 10'dan fazla dükkan talan edilir ve ateşe verilir. Cumhuriyet Caddesi'nde bulunan ve bir Kayserili'nin işletmekte olduğu Büyük Belediye Oteli'nin yatak ve karyolaları da caddeye atılıp yakılır. Olayı etraftaki onbinlerce Sivaslı izler, halkın tepkisinden çekinen emniyet mensupları olaylara müdahale edemez. Sivaslılar itfaiyenin müdahalesine de engel olur ve ancak bütün her şey yakılıp yıkıldıktan sonra emniyet görevlileri tedbir alabilir. Olaylar sırasında tanınmış avukatlardan Ali Yeke, halkı teskin edici bir konuşma yapmak istese de halkın hücumuna uğrayarak yaralanır ve halkın elinden güçlükle kurtarılır. Tahrip olayları sırasında ölen ve yaralanan olmasa da, birçok Kayserili Sivas'tan kaçar ve şehirdeki birçok işyeri kapalı kalır. Olaydan sadece iş yerleri etkilenmez. Şehir merkezinde başlayan olaylar şehrin içlerine yayılır ve Kayserililer'e ait 3 ev ile 2 genelevin eşyaları dışarı çıkarılıp ateşe verilir.

Şehirdeki güvenlik yetersiz kalınca, önce çevre illerden destek alınır. Malatya, Tokat ve Erzincan'dan gelen birlikler yardımcı olur. Bunun yanında Sivas Tugayından da yardım istenir ve asker de olaylara müdahale eder. Ancak Emniyet Müdürü'nün olayla ilgili açıklaması dikkat çekicidir: "Nümayişe katılanlar arasında ilkokul önlüklü çocukların da bulunması görevimizi güçleştirmektedir." Sivas'ta elebaşı oldukları iddiasıyla 11 kişi tutuklanır. Bu arada Sivas'a gelen İçişleri Bakanı Faruk Sükan'ın önce Kayseri'ye gitmesi halkın tepkisini çeker. Sükan bu konuda halkı yatıştırıcı konuşmalarda bulunur. Ayrıca olaylara sebebiyet veren en önemli etkenin stat kapısının içeriye doğru açılması olduğunu açıklar. Sivas'taki bu olayların ardından Kayseri'de de güvenlik önlemleri arttırılmış ve Kayseri-Sivas girişleri kapatılmıştır. Kayseri-Sivas arasında otobüs hatlarının çalışmasına izin verilmez. O dönemlerde önemli kavramlardan birisi olan toplum polisleri şehirlere getirilir. Güvenlik güçlerinin sayısını arttırmak için Polis Koleji öğrencileri de yaralıların yatmakta olduğu Kayseri Devlet hastanesi ve SSK önüne yerleştirilir. Bu arada Kayseri'de olaylara sebebiyet veren 26 kişi tutuklanır. Bu kişilerden 8'inin Sivaslı, 18'inin ise Kayserili olduğu belirtilir.

Sorumlular aranıyor

Olaylardan sonra ise herkes bir sorumlu bulmak için arayışa geçer. İki şehrin yöneticileri birbirini suçlar. Zaten ülkedeki siyasi istikrarsızlıklar ve çatışmalar, zemini daha yumuşak hale getirmiştir. İstanbul'dan getirilen 3 kişilik Adli Tıp Heyeti ise ölüm sebeplerini inceler. Yapılan inceleme sonucu 38 kişinin sıkışma ve ezilme (Asfiks) sonucu hayatını kaybettiği belirtilir. Ölen diğer iki kişinin ise kalp rahatsızlıklarının olduğu tespit edilir. Ayrıca otopsi sonucunda ölülerin hiçbirinde bıçak ve kurşun yaralarına rastlanmadığı, birkaç kişide taş izi görüldüğü ancak bunların da ölüme sebebiyet verebilecek büyüklükte olmadığı açıklanır. Sivas'taki cenaze töreni de gövde gösterisine dönüşür. Uçakla Sivas'a nakledilen cenazeler, hastaneden topluca kaldırılmak istenir, ancak cenaze sahiplerinin ısrarı üzerine ailelere teslim edilir. 34 Yiğido'nun cenazesi binlerce Sivaslı'nın önünde bayrağa sarılmış şekilde kaldırılır ve özel olarak hazırlanan mezarlığa defnedilir. Cenaze töreni sessiz geçer. Diğer 3 cenaze ise köylerine gönderilir. Bu arada suçlayıcı açıklamalar bitmez. Sivas senatörü Rıfat Öçten, olaylardan Kayseri yöneticilerini sorumlu tutar. Öçten yaptığı açıklamada Kayseri Vali'sinin olayların bitmek üzere olduğu sırada Kayseri'ye geldiğini belirtir. Öte yandan Ankara'daki Sivas Yardımlaşma ve Kültür Derneği, Kayseri Yüksek Tahsil Gençliği Derneği, İstanbul'daki Sivas Yüksek Tahsil Cemiyeti yaptıkları açıklamalarda halkı barışa davet edip, tahriklere kapılmaması yolunda hemşerilerini sağduyuya çağırır.
























Yöneticiler görevden alınıyor

Olaylardan sonra başlayan tahkikatlar kısa sürede bazı yöneticilerin değişmesine yol açar. Kayseri Valisi Nazım Üner, Kayseri Emniyet Müdürü Şerafettin Gökçeören ve Sivas Emniyet Müdürü Nihat Ertürk görevden alınır. Ayrıca bu isimlerin yardımcıları da azledilir ve yerlerine derhal başka isimler atanır. Görevden alınan yöneticilere bilgi doğrudan İçişleri Bakanı Faruk Sükan tarafından verilir. Yöneticiler evlerinden özel araçlarla alınarak, koruma altında Ankara'ya getirilir.

Kısa vadede sorumlular tespit edildi ve olayın üstünün örtülmesi için gereken ne varsa yapıldı. Olayın zaten bozuk bir siyasi zemin üzerinde cereyan etmesi çözümsüzlüğün sebeplerinden birisiydi. Ülkede bu olayın statların yapısı yüzünden olduğuna dair hiçbir tartışma yaşanmadı. Yapılardan ziyade yöneticilerin basiretsizliğine bağlanan olaylar neticesinde yöneticiler görevden alındı. Ancak onlar da kısa zaman sonra başka bölgelerde göreve başladılar. Sivas ve Kayseri arasındaki rekabetin üstü bir süre daha örtülemedi. 1980'lere kadar süreçte, iki halk çeşitli sebeplerle karşı karşıya geldi. Bunun futbol üzerinden olmaması için iki takım yıllarca aynı gruba düşürülmedi. Kayserispor ve Sivasspor sonraki 5 ay boyunca maçlarını rakiplerinin sahasında oynadılar. O sezonun ikinci maçı Ankara'da oynandı. Ülkenin İkinci Lig'e henüz hazır olmadığı konuşuldu, liglerin tatil edilmesi üzerine talepler yapıldı. Hala ısrarla kimse stadyumların giriş çıkış güvensizliklerini, iç düzensizlikleri gündeme getirmedi.İki takım 23 yıl boyunca karşı karşıya getirilmedi. 43'e varan ölü sayısının üstünün bu şekilde örtüleceği düşünüldü. 9 Aralık 1990 tarihinde ise barışma vakti geldi. 23 yıl aradan sonra Türkiye 3. Ligi 4. Grup'ta karşılaştı iki takım. Maç Sivas 4 Eylül Stadı'nda oynandı. Bol bol barış mesajı verilen bu maçla iki takım arasındaki buzlar eritildi ve bundan sonraki yıllarda da her şey yine 'sadece' futbol ekseninde dönmeye devam etti. Şimdi iki takım da Türkcell Süper Lig'de karşılaşıyorlar ve herkes bu olayların ne kadar uzağında olduğumuzun farkında.

Türkiye bundan ne kadar ders aldı? Şu anda aynı olayın yaşanmamasına kesin diyebiliyor muyuz? Hangi stadyumumuz böyle bir infialde kolay boşaltılabilecek durumda? Bazı stadyumlarda maç sırasında dışarıya çıkmak için bile açık kapı bulunamadığı halleri görüyoruz. Ülkenin en modern stadı olarak adlandırılan Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda maçtan sonra bile dışarıya sıkışık bir şekilde çıkıldığına şahidiz. Olayları ortaya dökmekti sadece amacımız, felaket telalığı peşinde değiliz, fakat naçizane bir emniyet çağrısı yapmayı da borç biliyoruz.


















KANLI GOL

Kırılsaydı ayağım, atmazdım golü
Mahşere döndü stadın yolu
Ölenler 40 kişi yaralı dolu
Olur mu Allah'ım böyle olur mu?
Bir golün yüzünden adam ölür mü?
Maça gidem dedim yuvam bozuldu

Sıkıntıdan ciğerlerim ezildi
Duyan ahbaplarım yola dizildi
Olur mu Allah'ım böyle olur mu
Bir golün yüzünden adam ölür mü?

Sivas'ın yolları dökülür gider
Cenazeler yola dizilir gider
Nicelerin evi yıkılır gider

(Söz-Müzik: Y.Tunç Okuyan: Rıza Aslandoğan Tunç Plak TP-44)


by tunchay

KİTAPTAN NOTALARA: BİR TOLKIEN DESTANI vol.2

























Nereye kafamızı çevirsek her taşın altından bu Morgoth denen şerefsiz çıkıyor. Parça değişti ama pisliğin adresi değişmedi. Hansi’nin tüm duygusunu yansıttığı bir diğer eşsiz eser “Blood Tears” dayız bu defa. Aslında Blood Tears’ı , albümde ondan önce yer alan “Captured” isimli kısa pasajla birlikte düşünmek gerekir. Bu diyaloga nasıl geliniyor ona bir bakalım.

Beleriand…Orta Dünya’nın kuzeybatısında yer alan ve Noldor elflerinin Orta dünya’ya gelmelerinden sonra yaşadığı topraklar…Altı büyük savaş meydana gelmiştir bu topraklarda. Altıncı ve son savaş olan “War of Wrath” yani Gazap Savaşı ile de sulara gömülmüştür. İşte Captured ve Blood Tears da bu savaşlardan bir tanesinin sonrasında yaşanan bir kesiti anlatıyor.

Noldor’un Orta Dünya’ya gelmesinden sonra yaşanan ilk savaşın ardından Noldor, Beleriand’a ulaşır ulaşmaz Morgoth’ın saldırısına uğrar. Elfler bu saldırıyı başlarda oldukça zor anlar yaşamalarına rağmen başarıyla atlatmışlardır. Ancak Feanor’un savaş sırasında ortaya çıkan kibiri ve çok az sayıda adamla karşı saldırıya geçmesi yüzünden, bu saldırıda Feanor hayatını kaybetmiştir. Savaş sırasında henüz güneş doğmadığında bu savaşa “Yıldızların Altındaki Savaş”( Dagor-nuin-Giliath) denmektedir. Feanor’un en büyük oğlu Maedhros, Feanor’un hayatına son veren Balrog efendisi Gothmog ve diğer balroglar tarafından yakalanmış, Morgoth tarafından tutsak edilmiştir ve Thangorodrim tepelerinde bir elinden asılmıştır.

























İşte “Captured” diyaloğunda Morgoth’la Maedhros’un yüzleşmesi çok kısa ama net bir şekilde aktarılmaktadır. Morgoth, tuzağa düşürüp yakaladığı Maedhros’a alaycı bir ifadeyle; “Artık benim konuğumsun…Sonsuza dek…” demektedir. Şimdi Morgoth denen pisliğin bu haykırışını duyup da ona ayar olmayan, Maedhros’a da deli gibi üzülmeyen var mıdır acaba?

Ve gelelim Blood Tears’a…Fingon ‘un Maedhros’u kurtarması anlatılır parçada.Fingon , Morgoth’ın karşısına çıkabilen tek elf kralı Fingolfin’in oğludur.

Parçada Maedhros’un her gece acılar içinde ağladığından bahsedilir. Maedhros, Fingon’a hayatta olduğunu ancak bunun fazla sürmeyeceğini söylemekte.Oldukça duygusal anlar tabi ki.Fingon, onu bulduktan sonra Orta Dünya’daki kartalların atası olan Thorondor’un yardımıyla Maedhros’un bulunduğu tepeye ulaşıyor. Ancak Morgoth’ın yaptığı halat bir türlü kesilemediğinden Fingon, Maedhros’un elini bileğinden kesmek zorunda kalır.

Maedhros, Feanor’un en büyük oğlu olduğundan ailenin günahlarından dolayı kendisini suçlamaktadır. Hayatının sona ermek üzere olduğunu ve bulundukları yerden asla kurtulamayacaklarını düşünmektedir. Ancak sonunda güvenli bir şekilde eve döner.















Hansi yine ve yeniden sesiyle şarkıda işlenen konuyu resmen yaşatıyor bize. Maedhros’un acısı, yaşama dair ümitlerinin azalması, kan ağlaması (ki parçayı psikopata bağlayan bir kısımdır)…Sanki siz de Thangorodrim’de Maedhros’un yanında asılı gibi hissediyorsunuz. Ve Fingon’a elini kesmesini söylemediği kısım…Adeta boğazınız düğümleniyor ve üzülüyorsunuz. Sanki kesilen sizin elinizmişçesine…

Thomen yine kendini aşıyor…Deliriyor...Delirdikçe biz de deliriyoruz…

Parçanın sonunda vokalsiz bitiş gaza gelmeniz ve Morgoth’ın kapısına dayanmanız için yeterli gazı fazlasıyla barındırıyor.


by Barad-dur

Kitaptan Notalara: Bir Tolkien Destanı vol. 1


LEGO STADYUMU








DEJAN BODIROGA - CONRAD MC RAE TESTİ



Yazıdan, yemek yeme şeklinden, oturuştan, vücut dilinden karakter tahlili gibi insan psikolojisi üzerine binbir çeşit alternatif branş çıktı meydana. Benim de katkım olsun buna. Dünya üzerindeki insanların karakter tahlillerini bu iki isme göre yapabilirsiniz. Bodiroga’yı izlerken ekranı kıracak gibi olurdum. Bu adam topu eline aldı mı, en sakin adamı bile çileden çıkarabilir. Bir kere hayatta acele etmez. Topu alır, adama arkasını döner, yavaş yavaş onunla potaya yaklaşır. Sonra pozisyon bulursa 1-2 fake atıp havada dönüp bir atış yapar. O basketin olmama ihtimali % 1 bile olsa, pozisyonu hiç zorlamaz, risk diye bir şey bu adamın kitabında yazmaz. Serbest atışların çoğunu sokar, onları da çok uzun bir törenle atar. 2.05 boyu vardır ama smaç yapmışlığını gören yoktur, çünkü garantici oğlu garanticidir. Bırakın maç içinde smaç yapmayı evinin arkasındaki potada bile denediğinden şüpheliyim. Bunlara rağmen bütün eurostar’lara çağırılmıştır. Takım ve milli takım bazında bir sürü Avrupa ve Dünya Şampiyonluğu vardır. NBA’de oynamamış en iyi oyunculardan biri olarak sayılır bir de. Peh





Conrad McRae başkadır. Hem şov adamıdır hem de iyi basketbolcudur. Nur içinde yatsın, Bodiroga’dan sadece 1 santim uzundur ama panter gibi çeviktir. Uçar, zıplar, bloklar, koşar…Adamı izlerken basketbolu sevesin gelir. Pozisyonları zorlar, yaşama sevinci verir insana. Efes Pilsen’de sonradan oynayacak Reggie Cross gibi sadece tribünlere oynayıp, basketbolu yerlerde sürünen bir adam değildir. Hem Efes Pilsen’in (Naumoski, Ufuk, Volkan, Conrad, Tamer) hem de Fenerbahçe’nin (Abdoul-Raouf-İbrahim-Marko Milic-Conrad-Zan Tabak) efsane kadrolarında yer almıştır. İyi savunmacıdır, iyi hücumcudur. 29 yaşında göçmüştür bu dünyadan. Çok fazla şampiyonluğu yoktur ama Bodiroga’dan 1000 tane klonlasalar değişmeyeceğim adamdır.

O yüzden dedim ya karakter tahlili yaptıracak iki oyuncudur diye. İnsanın hayat görüşünü bile yansıtır bu iki adamı beğeni dereceleri.

MHK FELSEFESİ












Bazen olmadık zamanlarda aklıma, bulunduğumuz ortamla ve yaptığımızla alakası olmayan şeyler geliyor. Genelde bunları blog yazarı forzabrian’la paylaşıyorum, o da yüzüme “manyak mısın oğlum sen?” tadında bakıyor. Hafta başı bir seyahate çıktım. Uçakta felsefe tarihi ile ilgili eğlenceli bir kitap okurken aklıma birden MHK ve bizim hakem camiası geldi. Gözlerim hemen forza’yı aradı ama sağımda sudoku kitabı ile bütünleşmiş yaşlı bir kadın, solumda ise dünyanın en çok ter kokan siyahi vatandaşı oturuyordu. Bu da ayrı bir konu, bugüne kadar ki uçuşlarımın hiçbirinde arkadaşlarım dışında yanıma normal bir insan oturmamıştır. Neyse konuyu dağıtmayayım.

Felsefe tarihi ve MHK arasında nasıl bir ilişki kurdun derseniz, şöyle açıklamaya çalışayım da siz de bana o gözlerle bakmayın. Yıllardır futbolumuzun en önemli sorunlarından sayılan hakemler ve hakem camiası, adeta tüm felsefi yaklaşımlardan etkilenerek güveçte türlü misali kendine göre bir "Karma" felsefe yaratmış. Kimi zaman Descartes’ın “yönetiyorum öyleyse varım, sahada babamı bile tanımam, gerekirse ağzınızı burnunuzu kırarım” kuramından yola çıkarak topçuları yer gibi gözlerle bakıp küfreder gibi kart gösteriyorlar. Bazen Adam Smith’ten esinlenip özellikle büyükler lehine “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” moduna girip çifte standartın kitabını yazıyorlar. Yapılan tüm eleştirilere karşı ise kurumları cevabını Pisagor’un “herşey sayıdır” teoreminden çıkartarak, kimi zaman hakemin “kaç puan” aldığını açıklayarak ya da “kaç hafta” dinlendirileceğini basına sızdırarak veriyor.

Burada devreye giren Jean Jacques Rousseau’ya ise yürekten katılıyorum. “İnsan doğal olarak iyidir ancak kurumlar onu kötü yapar.”

Hatırladığınız en eski tartışmalı hakem kararı nedir? Benim hemen aklıma Ahmet Çakar’ın çizgiyi geçen/geçmeyen pozisyonu geldi, tarih 1991. Belki bu kararın anlık bir karar olduğunu ve herhangi bir yönetim yanlışı ile bağdaştırılamayacağını söyleyebilirsiniz ama bu tarihten önce de elbette hakemler ve kurumları tartışılmıştır. Gelin, biz bu tarihi milat kabul edelim. Şu anda A.S. (Ahmet’ten sonra) 18 yılındayız. Aradan geçen bu süre boyunca, sorunun kalıcı çözümüne yönelik elimizde bir şey var mı ona bakalım.

Misal, futbol federasyonu “Dış İlişkiler Sorumlusu” arıyor olsun. Kriterlerinden en temel ikisi, “yabancı dil bilmek ve konusu ile ilgili eğitimli olmak” olur herhalde. Peki, ortalama 4-5.000 tl maaş vereceği ve kurum için hayati önem taşımayan bir personelinden istemiş olduğu temel yetileri, elindeki yüz milyonlar ile ölçülen tek değeri yönetecek olan kişiden istememesi nasıl açıklanır? Bu ülkede bu kadar üst düzeyde çalışacak olan insanları eğitecek bir üniversite ya da kurum yok mudur? Yok ise işin asıl sahibi kurulması için neden çaba göstermez? Boşa geçen en azından bir 18 yılımız var bana göre. Bu sürenin 5 yılını bu ülkenin Spor Akademilerinde kurulabilecek olan ‘Profesyonel Spor Hakemliği’ bölümünün ön çalışmalarına, 4 yılını da bu bölüme giren insanları eğitmeye harcamış olsaydık, bugün elimizde 9-10 yıllık tecrübesi olan profesyonel insanlar olurdu.

Peki yetkili kurumlar hiç mi bir şey yapmıyor. Haklarını yemeyelim, geçenlerde gazetede gördüm. Federasyon futbol dünyasındaki aktörlerin güvenilirliği ile ilgili bir anket yaptırmış sonuçlarını yorumluyorlardı. Anketten kendileri ile ilgili çıkan sonuçları özümseyip, gerekeni hızla yapacaklarını açıklamışlar. Bu anketin de akıbetini söyleyeyim, başkanın masasında 3 gün durur, 4. gün temizlikçi kadın çok tozlandı diye dolaba kaldırır. Sonuçta ne olur, "hiç". Ona da Lucretius cevap verir “hiçten hiçbir şey çıkmaz.”


by gorky

MARCELLO GALLARDO


















Kariyerinin zirve yıllarını Monaco'da geçirdi Marcello Gallardo. Monaco'yu 2000 yılında Claude Puel yönetiminde Fransa Ligi şampiyonluğuna götüren efsane kadronun bir parçasıydı. Marco Simone, Christian Panucci, Ludovic Giuly, Philippe Christanval, Sabri Lamouchi, David Trezeguet, John Arne Riise gibi isimleri bünyesinde bulunduran kadronun joga bonito kontenjanındaydı ve sezonun en iyi futbolcusu ödülünü aldı. Türkiye'de de popüler olması aynı döneme denk gelir. Vücut yapısı ve fiziki görünümü nedeniyle Maradona ile özdeşleştirilmeye başlandı. Ama Dider Deschamps'ın 2001 yılında teknik direktörlüğe gelmesi onu önce kulübeye sonra da futbola başladığı kulüp olan River Plate'e gönderdi. 3 sene daha oynadı Buenos Aires'te ve Fransa Ligi'ne geri döndü. Bu sefer ömrü kısa sürdü. 2007 Ocak-2008 Ocak arasında Paris'te takıldıktan sonra ABD Ligi takımlarından DC United tarihindeki en yüksek ücretli oyuncu olarak başkent Washington'a yerleşti. Sadece 15 maç oynamıştı ki River Plate'e geri döndü dün attığı imzayla. Bu kariyerindeki 3. ve büyük ihtimal son River macerası olacak.

Kariyerinin zirvesi 1996-2000 yılları arası diyebiliriz. Bu dönemde River ile 2 lig 1 Libertadores Kupası, Monaco ile 1 Lig 1 Fransa Süper Kupası şampiyonluğu yaşadı. Sonrası asla bu yılları geri getiremedi ve her kısa boylu ayaklarına hakim Arjantin'li için çıkan "Maradona'nın veliahtı" umudu da çok gerilerde kaldı. İkinci River ve PSG macerası döneminde Galatasaray'ın gündemine gazetelerimiz yoluyla da sık sık getirilen bir adamdır. Tarihte son kurşununu hiçbir zaman atamamış bir oyuncu olarak yerini alacak.

29 Ocak 2009 Perşembe

THE HAUNTING




















Kamelot feat. Simone Simmons (Epica) - The Haunting


TRANSFER BİR TIK ÖTEDE



















Yakında taraftarların internet üzerinden kontrol edebildikleri ve cüzi bir ücretle ortak olup kararlarda yine internet oylamaları ile söz sahibi oldukları kulüplerle ilgili tüm dünya üzerindeki girişimleri içeren bir yazı yazacağız. Ama bundan önce bir devrimin gerçekleştiğini belirtelim. Dünya tarihinde ilk kez bir futbolcu kulüp üyelerinin internetten katıldığı doğrudan boylama sonucu bir futbol takımına transfer edildi. 1 yıl önce Will Brooks adındaki eski bir gazetecinin myfootballclub.co.uk adresinden yıllık 35 pound üyelik ücretini ödeyen 20.000 civarındaki üyenin katılımıyla satın aldığı Ebbsfleet United, Brentford City takımının defans oyuncusu Darius Charles'ı transfer etti. Kulübün şu anda yıllık aidatını ödemiş 30.000 üyesi Charles'ın 25.000 pound karşılığı takıma transfer edilmesini oylama sonucu kabul ettiler. Aynı taraftarlar Ağustos 2008'de kendi oyuncuları John Akinde'ye Bristol City'den gelen 140.000 poundluk teklifi yine oylama sonucu kabul etmiş ve dünya tarihinde oyuncu satışı konusunda bir ilke imza atmışlardı. Şimdi de transfer yapma konusunda bir ilke imza attılar. Kulüp üyelerinin oyuncu satışı, oyuncu transferi, teknik direktör hakkında görüş belirtme gibi bir çok hakkı bulunuyor. Bunun çok daha ileri gitmiş versiyonlarını yazacağımızı belirttiğimiz yazıda bulacaksınız.....halka açılma dediğin böyle olur.

BASIN TOPLANTISI HARİTASI



















Bir Tottenham Hotspur taraftarının tasarımı bu. Teknik direktör Harry Redknapp'ın basın toplantısında bugüne kadar söylediği her şeyi göz önüne alıp bir çizelge yapmış ve onun maçı kaybetmesi ya da kazanması halinde izleyeceği yol ile ilgili bir harita çıkarmış. Bir hayli güldüğümü belirteyim. Zaman zaman bu tür İngilizce metinler içeren yazılar için neden Türkçeye çevrilmediği yönünde yorumlar geliyor (bazen çok uzun metinler oluyor), dolayısıyla genel hatlarıyla belirtmek gerekirse Redknapp takımının kazanması halinde bütün krediyi kendisine verirken kaybedilmesi halinde ne yapıp edip sözü futbolculara ve performanslarının eksikliğine getiriyor. Hatta her iki tutumun da dayanağı aynı. "Göreve geldiğimde takım 2 puandaydı". Tabi bu kazanılması halinde "bakın 2 puandan takımı kurtardım nerelere getirdim", kaybedilmesi halinde "zaten 2 puandan enkaz devraldım ben ne yapayım" söylemiyle çıkıyor karşımıza.

Bu tabloyu görünce bizdeki örnekler de aklıma geldi. Zaten maç sonrası demeç sırasında çok kayda değer vecizeler duyan bir millet değiliz. Türk futbolcusunun sahaya çıkarken söylediği şey topu topu 4 cümle. Çevirip çevirip kullanıyorlar. "Zor maç tabi, Gaziantepspor güçlü bir takım, biz de bunun bilincindeyiz", "Galatasaray'ın gücü belli, ama biz de iyi takımız, buraya puan veya puanlar almaya geldik", "kendimi hazır hissediyorum, oynamak istiyorum, ama tabi bu hocamızın kararı, onun kararına saygılıyım". Maç bittikten sonra söylediği laflar sanki çok mu? "Zorlu bir maçtı ama kazanmasını bildik, önümüzdeki maçlara bakıcaz", "yakaladığımız pozisyonlar var, onları atsak farklı olabilirdi ama mağlup olduk, yapacak bir şey yok önümüzdeki maçlara bakıcaz", "hakem hakkında konuşmak istemiyorum ama takdir haklarını hep rakipten yana kullandı". Bu "hakem hakkında konuşmak istemiyorum ama" lafı çok ünlüdür zaten. "Beterböcek beterböcek beterböcek" dediğiniz zaman beterböcek ortaya çıkardı ya..o hesap..bu cümleyi duyduğunuz zaman anlayın hakem ve mazlum edebiyatı girecek. "Önümüzdeki maçlar" da bambaşka bir efsane tabi. İbrahim Üzülmez'in 2 sene önce 34. hafta lig bittiğinde "artık önümüzdeki maçlara bakıcaz" diye röportajı bitirdiğini bilirim. Neyin önümüzdeki maçı yahu lig bitti. Türk futbolcuları içinde Tümer Metin, Arda Turan, Hakan Şükür, Aykut Kocaman, Sergen Yalçın ve birkaç isim dışında maç önü ve sonu röportajlarda lafını bilerek ve izleyene bir şey katarak konuşan isime pek rastlamadım. Ben futbolcuları yaptm, teknik direktörleri size bıraktım. Yorumlara dökülün bakalım. "Pozisyonları bulduk, oyunun hakimi bizdik..........."

289: MEVCUT 8: NÖBET 19: KOP



PEYGAMBER DEVESİ

























Doğada kendisinden büyük yaratıklara kafa tutan bütün hayvanlara büyük saygım var. Blogda fırsat buldukça dile getiriyorum. Rahatsız edici derecede düzen sahibi dünyanın en büyük komünist topluluğu karıncalar, manyağın oğlu bal porsuğu, Hannibal Lecter karakterli pepsis bunlardan bazıları. Bu hayvanların hepsi boylarına bakmadan kendilerinden 3-4 kat büyüklükteki hayvanlara saldırır ve onları alt ederler. İşte bu mangal yüreğigiller familyasının bir başka üyesi peygamber devesidir. Her yönüyle nev-i şahsına münhasır hayvanlardandır peygamber devesi. Bir kere isim karizması vardır. Latince "Mantis Religiosa", İngilizcede de "Praying Mantis" olarak anılır. Yani hep bir dini yanı vardır hayvanın. Ancak tasavvufi bir hayvan olmasıyla beraber aynı zamanda piskopati de içerir. Ön ayaklarında avını dikkatlice dilimlemeye yarayan testereye benzer uzuvlar bulunur. Resimde görüldüğü gibi zaten gözler "yakalarsam bitiririm" mesajı verir. Bu hayvanla ilgili bilinen en çarpıcı gerçek çiftleşme periyodu ile ilgilidir. Çiftleşme sırasında erkek peygamber devesi dişinin yumurtalıklarına 10 ila 400 arası yumurta bırakır. İşini bitirir, orgazm sigarası yakar....Çok beklersiniz. Dişi döner, kendisiyle çiftleşen erkeğini öldürür ve oturup afiyetle yer. Bu yüzden peygamber devesi aleminde "abi ben ne zaman milli olucam" gibi bir soru hiçbir zaman sorulmaz, milli olmak ölüm demektir. Atrafındaki doğaya uyum sağlamak için renk değiştirebilir hatta kamuflaj için siyah rengi bile alabilir.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi bütün bu özelliklerinin yanında son derece de cesaretli bir hayvandır. Ayin sırasında rahatsız ederseniz Yılan, fare, tarantula demeden saldırır ve testere biçimindeki kollarıyla kuşbaşı üretimine geçer. O derece cesaretlidir ki gözünü karartırsa insanlara bile sardığı olmuştur ki kendi hayat tecrübem mevcuttur bu konuda. Yıllar önce bir kır gezisi sırasında omzuma düşen bir peygamber devesinin derimi kesmeye çalıştığını görmüş ve önünde saygıyla eğilmiştim. Bu yazıyı yazarken bile bir ürperti geldi. Korkuyorum senden peygamber devesi...yuh deve....

RANSFORD OSEİ





















Ruanda'da devam eden Afrika 20 yaş altı gençler şampiyonasının en çok dikkat çeken isimlerinden birisi Osei. 1 Şubat'ta Kamerun ile final oynayacak olan Gana'nın ve turnuvanın 5 golle en golcü ismi. Bir sürpriz olmazsa da tunuvayı gol kralı olarak bitirecek. Gana 17 yaş altı takımında forma giydiği 2 yılda oynadığı 28 maçta 17 golü var. 20 yaş altı takımına bu turnuva için özel olarak davet edildi ve 4 maçta rakip filelere 5 gol gönderdi. A milli takım formasını da bir kez giymiş durumda. Kariyerine ülkesi takımlarından Kessben FC takımında başladıktan sonra 2008 şubat ayında Polonya ligi takımlarından Legia Warsaw'a transfer oldu ancak o sırada henüz 17 yaşındaydı ve çalışma izni FIFA tarafından iptal edildiğinden ülkesine döndü. Bu sezon başı İsrail ligi takımlarındanMaccabi Haifa'ya kiralık olarak gittikten sonra forma giydiği kısa süre içinde kulüp yetkililerinin dikkatini çekip 3 yıllık bir anlaşma imzaladı. 2007 yılında World Soccer dergisi onu "Dünyanın en ilgi çekici 50 yıldız adayı" arasında gösterdi. 2 yıl önce Güney Kore'de yapılan Dünya 17 Yaş Altı Gençler Şampiyonası'nda da 6 golle krallık yarışında ikinci sırayı almıştı ve bu goller takımında o turnuvanın üçüncülüğünü kazandırdı. Kendisine Patrick Kluivert'ın hava hakimiyetini, Samuel Eto'o'nun çabukluğunu ve Thierry Henry'nin bitiriciliğini örnek almış. Zaten üçünü tek vücutta birleştirse kimse Cristiano Ronaldo'yu konuşmazdı şu anda, dolayısıyla biraz zamanı var. Dünya kupası eleme gruplarında Benin, Sudan ve Mali ile aynı grupta olan Gana'nın en azından kulübesindeki güçlerden birisi oalcaktır. Belki de 2010'da Asamoah Gyan ile iyi bir forvet ikilisi oluşturabilir. Bu çıkışını sürdürürse İsrail'de çok da fazla zaman geçirmeyecektir.

HALİS ROTTERDAM MARTISI


Derbinin ve rekabetin beraberinde getirdiği hadiselerden birisi de toplumdaki bazı değerlere ya da iki kulüp arasında rekabet yaratabilecek şeylere sahip çıkma konusu. Bunun maalesef Türkiye'de en sık rastlanan örneği Mustafa Kemal Atatürk. Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray belirli aralıklarla Atatürk'ü kendi takımlarının taraftarı olarak göstermeye uğraşıyor. Bu bitmek tükenmek bilmeyen çabanın sebebi ve motivasyonu nedir anlamıyorum. Atatürk Fenerbahçe'li olsa ne olur, Beşiktaş'lı olsa ne olur, West Bromwich Albion'lu olsa ne olur? Ben bu konuda birkaç yıl önce bir karar verdim hala arkasındayım. "Hangi takımlısın?" diye sorulduğunda "milli takımı tutuyorum ben" diye cevap veren acaip adamlar vardır ya. İşte bu laf bana göre bir tek Atatürk'te garip durmaz. Adamın üzerinde o kadar çok takım muhabbeti yapıldı ki ben bırakalım da Atatürk'ün sadece milli takımı tuttuğunu bilelim ve öyle kabul edelim diye düşünmeye başladım. Zaten Türkiye Cumhuriyeti için sahip olduğu anlam da bunu gerektiriyor. Zira belirli aralıklarla takımlar onun kulüp ziyaret defterine yazdığı bir kelime, çekilen bir fotoğraf söylediği bir sözden hareketle kendi taraftarını iddia edip duruyor. Bu akım sürecektir.

Aşağıda anlatacağımız olay da buna benzer. Tabi buradaki bir ülkenin liderini paylaşamamak değil daha minör bir hadise. Rotterdam derbisi Feyenoord-Sparta derbisinden. 15 Kasım 1970 tarihinde Spaarta'nın stadyumu Het Kasteel'de oynanan maç sırasında Feyenoord kalecisi Eddy Treijtel bir degajman yapar. Ancak top o sırada stadın üstünden geçen bir martıya çarpar ve ölümüne neden olur. Cansız kuş sahanın ortasına düşer. Treijtel hakem Bogaerts'den kuşun naaşının muhafaza edilmesini ister. Bunun üzerine Sparta oyuncusu Hans Eykenbroek kuşu reklam panolarının arkasında bir yere fırlatır. 1-1 biten maç sonunda kaleci Treijtel kuşu yattığı yerden alır evine götürür ve muhafaza eder. 1970-71 sezonunda Feyenoord şampiyon olduğunda şampiyonluk kupasının içinde sergilenir talihsiz martı. Ardından da Feyenoord müzesine alınır. Müze bugün hala martıyı sergiliyor ve kulüp tarihinin en önemli simgelerinden birisi olarak gösteriyor. Tabi rekabet işin bu yanında ortaya çıkıyor. Sparta yetkilileri bu konuyla ilgili yıllardır düzenli aralıklarla çeşitli iddialarda bulunuyor ve ilgili kuşun kendi müzelerinde olması gerektiğini ileri sürüyorlar. Sebebi de hadisenin kendi stadyumlarında meydana gelmesi. Tabi Feyenoordluların buna cevabı hadisenin kendi kalecilerinin bir eylemi sonucu olması. Treijtel bugün 63 yaşında, hala Feyenoord'da geçirdiği 11 yıl en çok bu hadise ile hatırlanıyor. Geçtiğimiz yıl Feyenoord'un 100. yılı kutlamaları için De Kuip'ta yapılacak törenin tanıtım filminde dahi bu hadise kullanıldı. Treijtel 2007 yılında "Gouden Vogelhits" adıyla piyasaya sürülen ve kuşlarla ilgili en ünlü şarkıların bulunduğu bir toplama albümde "One day I'll Fly Away" şarkısını seslendirdi. Pes artık....

BABACAN GARETH VE OĞULLARI















Middlesbrough dün deplasmanda Chelsea'ye 2-0 mağlup oldu. 18. sıradalar ve küme düşme hattında bulunuyorlar. Sezon başında "ne kadar dayanırlar?" diye görüş belirttiğimiz West Bromwich Albion dahi 21 puana geldi ve M'boro,Stoke City, WBA aynı puanda sıralanıyorlar. Justin Hoyte, Emanuel Pogatetz, Julio Arca, Stewart Downing, Jeremie Aliadiere, Afonso Alves, Tuncay Şanlı....Diğer oyuncuları da kattığınız zaman çok da kötü bir kadro sayılmaz. Acaba öyle mi? Gareth Southgate takımın başında üçüncü senesinde. 2006-07 sezonunda 12. sırada ligi tamamladı. 2007-08'de ise 13. Şu an bulundukları pozisyonu yukarıda belirttik. Southgate'in koltuğu hakkında söylentiler dolaşmaya başladı bile. Daha önce bir kaç kez yaptığımız gibi M'boro'yu da masaya yatırmanın zamanı.

Hücumdaki büyük zaaflar: Middlesbrough ligin en az gol atan takımı. 21 maçta ancak 18 gol atabildiler ki bu maç başına 1 gol ortalamasının dahi altında. Altında yer alan Stoke City ve WBA dahi 20 gol barajına ulaştılar. Burada 2 problem var. Southgate 3 senedir takımın ideal forvet hattını oluşturamadı. Önce Mido orada oynuyordu, sonra Tuncay'ın gelişi ile Southgate onu forvete yerleştirdi, o da tutmayınca Tuncay'ı kanada alıp Aliadiere'i forvet hattında denedi, sonra Afonso Alves transfer edildi. Brezilyalı'nın Hollanda Ligi'ndeki müthiş gol istatistiğini Premier Lig'e taşıyamayacağı geçmişteki örneklerden belliydi. Bu gün 2009 Ocak ayındayız hala M'boro'nun ideal forvet hattı nedir bilemiyoruz. Bu taktiksel zaafın dışında tek tek oyuncu bazında rakip için tehlike yaratan bir adam yok. Aliadiere, Downing, Tuncay hepsi geriden gelerek oynayan hücum oyuncuları ama birer son vuruşçu değiller ve istikrarları yok. O özellikte bir tek Afonso Alves var onun da yukarıda problemini belirttik. Geldiğinden beri oynadığı 25 maçta 10 gol atabildi.

Bloklar arası bağlantı: Alın size Ömer Üründül cümlesi. Forvetin durumu böyle de orta sahanınki çok mu iyi? Asla. Geçen sene ve bu sene toplamda M'boro'nun 10-15 tane maçını izledim. Orta sahanın bir blok halinde rakip sahada çoğaldığı, rakibin ceza sahası önünde baskı kurup bunu en azından 5 dakika sürdürdüğü bir maçı hatırlamıyorum. Southgate'in orta sahasının fonksiyonu adeta defansın önünde rakibin yararlanamadığı topları alıp ileride kanatta bulunan sağ ve sol açıklara fırlatmaktan ibaret. Tuncay ve Downing her maç rakip sahada tek başlarına, orta sahaları kendilerinden 50 metre geride iken rakiple boğuşuyorlar, dolayısıyla da hiçbir şey yaratamıyorlar. Orta sahanın en yetenekli adamı Julio Arca gibi duruyor ama onun da en iyi ihtimalle vasat olduğunu söyleyebiliriz. Southgate birçok maçta orta sahadaki hücum organizasyonunun ona veriyor ancak Arjantin'li oyunun sadece tek yönünde oynayan bir adam.

Can çekişme etkisi: Hoş bir örnek değil futbol için ama can çekişen insanın kaslarının verdiği bir tepki vardır.Ölüme giderken bile birkaç beklenmeyen ters hamle yapar. M'boro 3 sezondur hiçbir zaman taraftarlarına umut verecek ve geleceğe dair olumlu düşünceler besleyecek ani çıkışları yapamadı. Yapılan transferlerin içerisinde seyirciyi heyecanlandıran ve işler kötü gittiğinde güvenebileceğiniz hiçbir adam yok. Yazının başında saydığımız tüm adamlar ilk onbir oyuncuları ve onların da belirttiğimiz gibi istikrar problemleri var. E sahadakiler böyle olunca kulübeyi tahmin etmek zor değil. Bazen kötü giden bir profili ya da bir mevkiyi kulübede otururken hiçlikten çıkıp gelen bir adam kurtarabilir. Mehmet Topal bunun çok güzel bir örneği. Boro bu tür bir adamı da çıkaramadı ve halen aynı oyuncuların yarattığı sıkıcı futbola mahkum.

Gareth Southgate'in Babacanlığı: Futbolda "oyuncu yönetimi" adında bir gerçek var. Bunu biz nedense yanlış anlıyoruz. Oyuncu yönetimi dendiğinde hele büyük yıldızlar söz konusu olduğunda bu laf sanki bütün herkese anlayışlı davranan, onların gönlünü alan bir tavır gibi algılanıyor. Hayır. Oyuncu yönetimi aynı zamanda birçok farklı yeteneği aynı anda oynatabilme ve gerekli olduğunda sert tedbirler alma gibi özellikleri de içeriyor. Vicente Del Bosque bu alanda sevdiğim bir örnek. Real'de görev yaptığı dönemde çok kolay biçimde oyuncu kaprisine bürünecek bir dolu adamı aynı anda oynatmayı başarabildi İspanyol. Kulübede hep sessiz sakin bir "Godfather" edasıyla kuruluyordu. Alex Ferguson, Jupp Derwall gibi adamların zamanı geldiğinde oyuncuların kulağını çekmesini bildiğini hepimiz biliyoruz. Öyle bir zaman gelir ki soyunma odasında kramponu fırlatmanız gerekir. Gareth Southgate'in böyle bir problemi var. 2 şey aklımda kalmış. Fatih Terim Euro 2008 öncesi Tuncay'ı milli takım kampına erken çağırma konusunda Southgate'den yardım aldığını söylemiş ve "sağolsun çok yardımcı oldu" demişti. Tuncay ne zaman hocası hakkında bir demeç verse "çok iyi bir insan" diye söze başlıyor. İngiliz internet sitelerinde kendisi hakkında konuşan herkes "he is a nice guy, he is a good person, he is a good bloke" diye giriyor lafa. Aynı şeyi Mircea Lucescu ve Skibbe için de söylüyorlar. Ama birisi herhangi bir futbolcuya Fatih Terim, Joe Mourinho veya Alex Ferguson'u sorsa "çok iyi bir insan" diye söze bağlayacağını sanmıyorum. Sanırım anlaşıldı demek istediğim. Bazen soyunma odasının kapısına tekme atıp içeriye girmek gerekir. İnternet üzerinde sizin için bazen "he is a cheating bastard, I hate him" demeleri gerekir, Jose Mourinho'ya olduğu gibi. Southgate kenarda tekme atacak değil de kapıyı oyuncuları için açan adama benziyor.

PAOK.GR








PAOK'un resmi internet sitesinin girişinde sizi karşılayan sayfa.

28 Ocak 2009 Çarşamba

PELE





1950 Dünya Kupası finalinde Brezilya kendi evinde Uruguay'a 2-1 mağlup olarak kupayı kaybeder. Dondinho isimli Brezilyalı bir adam haberi radyodan öğrenmesinin ardından göz yaşlarına hakim olamaz. Yanında 9 yaşındaki oğlu vardır. Babasına "ağlama baba, söz veriyorum senin için bir dünya kupası kazanacağım" der.

Çocuğun adı Edson Arantes do Nascimento'dur.

MORNING GLORY


















Noel Gallagher - Morning Glory (MTV Unplugged)

TRİBUNDE RENK UYUMU DEDİĞİN BÖYLE OLUR?



Yer Al Jazeera stadı. Merchandising'e gerek yok gibi. Halkın hepsi günlük kıyafetiyle sahaya geldiğinde zaten yetiyor. Buna benzer bir homojenliği Celtic tribünlerinde görüyoruz ancak.

HUUB İÇİN YOLUN SONU

























1980-81 sezonundan beri en kötü lig performansı ve son 4 senenin şampiyon takımına ligin bitimine 15 hafta kala havlu attırmak Huub Stevens'ın sonu oldu. PSV Hollandalı teknik adamın görevine son verdi. Son olarak geçtiğimiz cumartesi günü NAC Breda karşısında 2-2 ile beraberliği zor kurtardılar. Görevden ayrılmadan önce Stevens "oyuncularda geleceğe dair en ufak bir umut bile göremiyorum" demişti. PSV onun yönetimindeki 19 lig maçında 9 galibiyet 5 beraberlik ve 5 mağlubiyet aldı. Kupada da AZ'e 1-0 mağlup olarak elenmişlerdi. Şampiyonlar Ligi'nde de Liverpool, Atletico Madrid ve Marsilya'nın gerisinde grupta nal topladılar. Genel direktör Jan Reker "kariyerimin en zor kararlarından birisiydi" demiş de hikaye anlatmış tabi aşağıdaki tabloya bakınca. Geçen seneki şampiyon kadrodan Farfan ve kaleci Gomes'in ayrılması bu başarısızlığın açıklaması olamaz. Koevermars, Lazovic, Dzsudzsak, Afellay, Amrabat gibi bir hücum gücü olan bir takımın bu derece etkisiz kalması Huub Stevens'ın en önemli zaafı oldu. Görev için Ronald Koeman bir numaralı adayım. Tabi büyük ihtimal sezon sonuna kadar stepne bir hoca götürecek kulübeyi. Aynen geçen sezon olduğu gibi. PSV lider AZ'in 15 puan gerisinde.

PSV tarihinin en kötü lig peformansları.

Sezon
Hoca Puan
1967/68 Milan Nikolic (Yug)/Wim Blokland 17
1971/72 Kurt Linder (Alm) 21
1965/66 Bram Appel 25
1972/73 Kees Rijvers 26
1968/69 Kurt Linder 27
1966/67 Bram Appel 27
1958/59 Ljubich Brocic (Yug) 27
1957/58 George Hardwick (İng) 29
1964/65 Bram Appel 29
1956/57 Ljubich Brocic (Yug) 30
1979/80 Kees Rijvers 30
2008/09 Huub Stevens 32
1980/81 Thijs Libregts 32
1976/77 Kees Rijvers 32

5 YILDIZLI STADYUMLAR



















Aşağıda UEFA 5 yıldızlı Stadyumları'ndan bahsettik. Bir stadın 5 yıldızlı olarak değerlendirilmesi için gerekli kriterleri ve UEFA 5 yıldızlı stadyum listesini alfabetik sıraya göre verelim. Ayrıca belirtelim UEFA 2007 yılından itibaren kapasitesi 70.000'den aşağıda olan stadyumlara Şampiyonlar Ligi finalini vermek konusunda çok olumlu bakmayacağını da belirtti. Bu da 5 yıldızlı Stadyumlar listesindeki bazı stadları devre dışı bırakıyor. Yani finalin hangi stada gideceğini önceki finallerin oynandığı stadyumlar, kapasite gibi özellikleri hesaba katarak tahmin etmek artık o kadar da zor değil.

-Minimum 50.000 kişilik kapasite
-105'e 68'lik sha ölçüleri. 7.32 metre genişliinde 2.44 metre boyunda kale ölçüleri
-Kale ağları ile tribünler arasında en az 150 fotoğrafçı için yeterli alanın bulunması
-Doğal veya FIFA onaylı yapay çim zemini
-En az 13 koltuklu yedek kulübeleri
-En az 25 koltuklu soyunma odaları
-Ayrı Gözlemci, İlk Yardım ve Doping Kontrol odaları
-Minimum 1400 lux değerinde ışık veren ışıklandırma sistemi
-Kapalı devre kamera sistemi ve en az 18 tane olacak özel stadyum kameraları, bu kameraların kontrol edildiği bir oda.
-En az 1.500 VIP 2.000 gazeteci koltuğu ve engelliler için en az 50 kişinin konuşlanabileceği alan.
-En az 3 TV istasyonu
-Mutlaka içinde klozet bulunan tuvaletler
-Ayrıca UEFA bu stadların bulunduğu şehirlerde en az 1.000 5 yıldızlı otel odasının ve günde en az 60 uçağın kalkıp inebildiği havalimanlarının bulunmasını şart koşuyor.

Allianz Arena (Münih)
Amsterdam Arena
Atatürk Olimpiyat Stadyumu (İstanbul)
Atina Olimpiyat Stadyumu
Nou Camp Stadyumu (Barcelona)
Estádio do Dragão (Porto)
Ernst-Happel-Stadion (Viyana)
Stadion Feyenoord (De Kuip-Rotterdam)
HSH Nordbank Arena (Hamburg)
Hampden Park (Glasgow)
Ibrox Stadyumu (Glasgow)
Emirates Stadyumu (Londra)
Estádio Jose Alvalade (Lizbon)
Estádio de Luz (Lizbon)
Luzhniki Stadyumu (Moskova)
Millenium Stadyumu (Cardiff)
Old Trafford (Manchester)
Estadi Olímpic Lluís Companys (Barcelona-Espanyol bu sezon sonu yeni stadına geçecek)
Estadio Olímpico de Sevilla (Svilla ve Real Betis kendi stadlarıı kullanıyorlar)
Berlin Olimpiyat Stadyumu
Münih Olimpiyat Stadyumu
San Siro (Milano)
Santiago Bernabeu Stadyumu (Madrid)
Stade de France (Paris)
Stadio Olimpico (Roma)
Şükrü Saraçoğlu Stadyumu (İstanbul)
Veltins-Arena (Gelsenkirchen)
Vicente Calderón Stadyumu (Madrid)
Signal Iduna Park (Dortmund)



















Ayrıca aşağıdaki stadyumlarında kısa süre içinde gerekli düzenlemeleri yaparak listeye katılması bekleniyor.

Ninian Park
Elland Road
Celtic Park
Croke Park
Maracana
Stamford Bridge
Madjeski Stadyumu
Fratton Park
Goodison Park
Villa Park
Stade de Suisse Wankdorf
City of Manchester Stadium
Parken Stadyumu
St Mary's Stadyumu
Stade Gerland
Karaiskákis Stadyumu
Philips Stadion
Gelredome
Råsunda Stadyumu
Ullevi Stadyumu
White Hart lane
Reebok Staduumu

BİR DÜNYA KUPANIZ EKSİK


















2018 Dünya Kupası adaylıkları birer birer resmiyet kazanmaya başladı. İspanya-Portekiz ortaklığı, İngiltere, Hollanda-Belçika ortaklığı, Rusya, Katar ve Avustralya resmi olarak başvuru yapanlar. Kanada, ABD, Japonya, Meksika ve Çin de sıradalar. İngiltere ve İspanya-Portekiz ortaklığının öne çıktığını söyleyebiliriz. İspanya-Portekiz ortaklığı ile ilgili neden tek başlarına başvurmadıkları ile ilgili ufak bir soru var kafamda. Özellikle İspanya tarafında. İspanya bu işi pekala kendi başına kotarabilecek bir ülke. Üstelik Portekiz'in henüz bir turnuva düzenlemiş olması bir dezavantaj olarak görülebilir. Yine de bu ortaklığın gücünü azaltmıyor. Zira bu 2 ülke birleştiği anda turnuvaya ev sahipliği yapacak 8 stadın tümünün UEFA'nın 5 yıldızlı stadlar listesinde bulunması söz konusu oluyor. İngiltere aday olduğu her organizasyonda iddialıdır. Hollanda-Belçika ortaklığının lobi faaliyetleri ve tanıtım açısından şu ana kadar gelen en iyi adaylık olduğu söyleniyor. Hollanda'nın son Avrupa şampiyonasına kattığı renk ve taraftarlarına yağan övgülerin de payı var burada. Tabi bir de 2000 yılında organize ettikleri başarılı bir turnuva var. Ancak onlar stad restorasyonu konusunda bir hayli yenilik yapmak zorundalar. FIFA'nın kuralı belli. 8-12 arasında en düşük kapasitesi 40.000 olan stadyum ve bunların 2 tanesinin 80.000 kişinin üzerinde olması. Bu son rakam daha önce 60.000 seviyesindeydi. Sadece bu kriter göz önüne alındığında resmi adaylıklarda İngilizler ve İspanyollar bir adım öne geçiyorlar. Rusya'nın çok fazla yeniliğe ihtiyacı var. Avustralya çekici bir ihtimal olabilir ama 2018'den çok 2022'deki turnuva için düşünülebilir. FIFA'nın futbolun yeni filizlendiği yerlerde yaptığı 2 turnuva (1994 ve 2002) çok ahım şahım sonuçlar doğurmadı. ABD'deki turnuva başlı başına tüm turnuva tarihinin en kötü tablolarından birisiydi. Japonya-Güney Kore ortaklığnını görece daha iyi olduğunu söyleyebiliriz. Ama Avustralya önceki 2 "yeni futbol ülkesi" kontenjanının çok parlak sonuç vermemesi kurbanı olabilir. Başvuru için son tarih 2 Şubat 2009. FIFA hem 2018 hem de 2022 Dünya Kupası adaylıklarını ortak kabul edecek.


















Asıl yazıyı yazma sebebim Katar. Doğal olarak en zayıf ülke durumundalar adaylar arasında. Bir kere kıstaslara kafadan uymuyorlar. Ülkede 40.000 kapasite üzeri sadece 1 stad var. Doha'daki 50.000 kişilik Khalifa Int'l Stadyumu. Onun dışında en yüksek kapasiteli stadyumları topu topu 25.000 kişilik. Federasyon Genel Sekreteri Saud Al Mohannadi'nin "gerekli tesislerimiz ve stadyumlarımız var, işleri acele ettirmek istemiyoruz ama kupaya talibiz" demecinden zaten adaylığın akşam yemeğinde ortaya atılmış ciddiyette olduğu anlaşılıyor. Beni korkutan Arap sermayesi. Adım gibi biliyorum ki bu kupa kazara Katar'a gitse değil 2 tane 80.000 kapasite üstü stad 12 tane 100.000 kişilik stad inşa ederler ama FIFA dünya futbolunda giderek artan bu Arap etkisini Dünya Kupası'nı onlara vererek daha da artırır mı bilmiyorum. Hiç zannetmiyorum. Dolayısıyla her 2 kupadan da nemalanacaklarını düşünmüyorum. Başta belirttiğim gibi İngiltere ve İspanya-Portekiz ortaklığı güçlü adaylar. Sonrada dahil olabilecek adaylardan Kanada, Japonya ve Çin çeşitli nedenlerle geri planda kalabilirler. ABD ve Meksika oradan gelecek güçlü adaylar. Ancak ABD'nin başında 40 derece sıcakta yapılan ve tüm Avrupa'nın gece yarısı takip etmek zorunda kaldığı maçların laneti var. Meksika ise bugüne kadar 2 turnuva düzenledi ve her ikisi de neredeyse tüm dünya kupası tarihinin en güzel 2 finaline ev sahipliği yaptı. Tabi onların da meşhur rakım ve saat farkı problemi var. Yukarıda mantıki açıdan favorileri verdik, gönlümden geçenlerse elbet ev saihi olmamız sebebiyle Hollanda-Belçika ortaklığı ve Meksika.

FLIGHT 666 YOLLARDA


















Birkaç mail aldım son günlerde "Iron Maiden ne yapıyor üstad, yazmadın bu aralar" diye. Aslında Maiden diyince yazmak için ayrı bir blog açmam gerekir biliyorsunuz ama ara ara ustaların günlüğünden aktarıyoruz bir şeyler. 2 önemli gelişme var. Birincisi daha önce de ilk programı belli olan "Somewhere Back In Time" turunun 2009 yılı konserleri. Giderek arttı konser verecekleri ülkeler ama maalesef Avrupa'da sadece 1 konser olacak. O da 2009 turunun ilk konseri Sırbistan. Şubat ayında konseri verip ardından Asya-Avustralya-Orta Amerika-Güney Amerika gibi bir rota izleyecekler. Pilot koltuğunda yine Bruce Dickinson var tabi. Ekvator'da ilk kez çalacaklar. Kosta Rika, Ekvator, Yeni Zelanda, B.A.E gibi ülkelerde bir hatta birden fazla çaldıklarını düşününce insan 11 senedir Türkiye'ye geitirilemeyen, tek gelişlerinde de Bruce Dickinson'ın grupta olmadığı Iron Maiden için hayıflanmıyor değil. Size tavsiyem. Yunanistan, Sırbistan, Hırvatistan gibi ülkelere geldiği zaman vize, bilet ayaralayıp ne yapıp edip gitmeniz. Zira en genci 51 yaşındaki Dickinson olan Iron Maiden'ın müzik kariyeri daha ne kadar sürer, sürse bile Türkiye'ye uğrarlar mı tahmin etmek güç. Zaten bu "early days tour" tadındaki seride Türkiye'ye gelmemeleri Türk izleyicisi için çok büyük bir kayıp.












İkinci haber daha sevindirici. 21 Nisan 2009'da tüm dünya sinemalarında aynı anda gösterime girecek bir Iron Maiden belgeseli geliyor. Iron Maiden: Flight 666. Maiden'ın Somewhere Back In Time Tour'unun ilk ayları 2008 Şubat ve Mart'ını anlatacak belgesel. Belgeselin yapım ekibinde Headbanger's Journey ve Global Metal belgesellerinin yapımcıları Scott McFadyen ve Sam Dunn da var. Zaten onlarla beraber ilk 2 ay boyunca Ed Force One'a binip dünyayı turladılar. Zaten Global Metal belgeselinin son bölümü Hindistan Bangalore'daki 100.000 kişilik konser görüntülerini içeriyordu. Bu belgesel Maiden fanları için paha biçilemez ölçüde olacak. Belgesel 12 tonluk müzikal ekipman ile 45 günde Japonya, Kolombiya, Avustralya, Hindistan, Brezilya, ABD, Kanada, Şili, Kosta Rika'yı da içeren 13 ülkede 23 kapalı gişe konser veren Maiden'ın hikayesini yansıtacak bize. Tabi ismindeki 3 rakam sebebiyleTürkiye gösterimi engellenirse hiç şaşırmayacağım söyleyeyim. Bekleyip göreceğiz. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük grubu 10 Şubat'ta göklere ve konser sahnelerine geri dönüyor. Bu kadar konuştuk Porto Alegre'deki konserin girişi ile kapatalım. Aces High.















Şubat 2009

10th - Serbia - Belgrade
13th - UAE -Dubai
15th - India - Bangalore
20th - New Zealand - Auckland
21st - New Zealand - Christchurch
25th - Mexico - Monterrey
26th - Mexico - Guadalajara
28th - Mexico - Mexico City

Mart 2009

3rd - Costa Rica - Alajuela
5th - Venezuela - Caracas
7th - Colombia - Bogota
10th - Ecuador - Quito
12th - Brazil - Manaus
14th - Brazil - Rio De Janeiro
15th - Brazil - Sao Paulo
18th - Brazil - Belo Horizonte
20th - Brazil - Brasilia
22nd - Chile - Santiago
26th - Peru - Lima
28th - Argentina - Quilmes Rock Festival
31st - Brazil - Recife