30 Haziran 2008 Pazartesi

HAFTANIN MENÜSÜ - 13




















1 - Axel Rudi Pell - Valley of Sin

2 - In Flames - Sleepless Again

3 - Iced Earth - A Charge To Keep (with Matt Barlow)

4 - As I Lay Dying - Nothing Left

5 - Sagopa Kajmer - Gölge Haramileri


by Barad-dur

AVRUPA ŞAMPİYONALARI'NIN UNUTULMAZ SAHNELERİ - 10/10: EURO 2008 HIRVATİSTAN-TÜRKİYE


Bu serinin son halkasını sakladım turnuva sonuna dek. Bu kadar unutulmaz sahnenin çıkacağını tahmin etmeyerek. Hele kendi milli takımımız açısından. Dolayısıyla hem unutulmaz anların sonuncusunu, hem de yapmamız genel bir turnuva yorumunu burada değerlendirebiliriz. 

Maçlar oynandıkça bloga yazmıştık aslında. Hiç bir şeyimizle uymadığımız bir turnuvayı geride bıraktık. Turnuvaya geldiğimizde diğer takımların aksine ilk onbirimizin 6-7 oyuncusu ve dizilişi hala belli değildi. Turnuva boyunca bir takımın geriden gelerek maç kazandığı tüm müsabakalarda Türkiye adı vardı. Bu 4 maçın üçünü biz bir tanesini rakibimiz Almanya kazandı. Bu aslında ibrenin değişmesi açısından turnuvanın en zevkli maçlarının da Türkiye maçları olduğu gerçeğini ortaya çıkartıyor. Attığımız bazı golleri dünyada atacak takım yok, yediğimiz bazı golleri yiyecek takım olmadığı gibi. Kim ne derse desin eğer bu turnuvanın bir süpriz takımından bahsediliyorsa bu Türkiye. Ama 2004 Yunanistan'ı gibi insanın midesine oturan bir sürpriz değil, kanını kaynatan bir sürpriz. Ama bütün bunlar olumlu bir sonuç mu yaratıyor? Hayır.

Blogun daimi yazarlarından Gorky bir kaç gün önce bir sohbette, "bu çarpıklıktan ancak bu çıkardı" diye milli takımın turnuvadaki performansının çok eleştirilmemesi gerektiğini söyledi. Haklı da...Zaten eleştirmek gereken turnuvadaki hatalardan çok öncesi. Fatih Terim oyuncu seçimlerini yaptığında bu blogda "ortada oynanacak oyunu gördükten sonra yorumlayalım" diye basbas bağırmıştık. Herkesin yere göğe koyamadığı tek umudumuz dediğimiz, tartışılmayan tek oyuncumuz Nihat Kahveci'nin, Colin Kazım'dan iyi oynadığını iddia edebilir miyiz?. Kazım bu kadronun en tartışılan adamıydı ve bırakın tartışmayı, o kadrodan çıkarılacak ilk adam olacağı söyleniyordu. Performansını turnuva ilerledikçe artırdı ve hep söylediğimiz şey gerçekleşti. Tüm dünya basını, ilk onunla röportaj yapmak istiyordu. Çünkü İngilizce konuşuyordu, dünya onu tanıyordu, İngilizler her gün onun bir demecine yer veriyordu. Bazen oyuncuların repütasyonları onları olduğundan daha yukarıya taşırlar. O gün söylemiştik, (olmayacağını biliyoruz ama) umarım bu bize bir ders olur. Milli takım teknik direktörlerini aday kadro seçimleri açısından çok eleştirmemek gerekiyor. 

Ama o kadronun içindeki değişiklikleri yüzünden eleştirebiliriz. Çok basit bir matematik var. 5 maç oynadık. 3 tanesini kazandık (Hırvatistan maçını kazandık sayıyoruz), tümünde Arda sahada idi. 2 maç kaybettik. İkisinde de Arda yoktu. Bu milli takımın geleceği hakkında da önemli bir gösterge. Arda Fransa için Zidane, Romanya için Hagi, Arjantin için Maradona ne ise Türk mili takımı için de o tür bi havaya bürünmek üzere. İlginçtir ki bunu Fatih Terim Portekiz maçında kendisi engelledi. Hala ben Arda'nın o maçta oynatılmayışını Terim'in mantıklı nedenlerle bana açıklayamayacağını düşünüyorum. Kariyerinin en kötü ilk onbir seçimi kararlarından birisi idi o. Ama buna sebep olan şeyleri tahmin edebiliriz. Çünkü Arda'yı yazıp, etrafına 10 adamı dizeceği bir sistem yaratmamıştı Fatih Terim. Hala "eğer bu taktikle oynarsam ne olabilir?" düşüncesi vardı kafasında. O düşünce zaten sürpriz takım olmamıza yol açtı. Milli takım ideal kadrosunu ve sistemini bir tek Hırvatistan maçında sahaya sürdü. Dörtlü bir defans onun önünde 2 defansif orta saha, yanlarında 2 hücuma dönük kanat oyuncusu ve ileride son vuruşçu ikili. Taktiğini turnuvadan 2 yıl önce belirlemiş Almanya, taktiğini turnuvanın çeyrek finalinde belirlemiş Türkiye'yi, 90. dakikada Lahm'ın karşısındaki Kazım'ın ayağı kaymasa geçemeyecekti. Futbolun güzelliği burada işte. Ama ders çıkarılması gereken de o. Biz Almanya gibi hazır gelebilir miydik? 

Bugün "bütün dünya bizi konuşuyor" psikolojisindeyiz. Ama ortada bir gerçek var. İspanya'yı herkes daha çok konuşuyor. İlave olarak küçük bir farkla. Onlar şampiyon ve tarih onları yazacak. Biz nesilden nesile sözle milli takımı aktaracağız, İspanya tarihe yazılmış olacak. Bizim kadar zevk vermediler belki turnuvaya. Sıkıcı bir İsveç maçı veçeyrek finaldeki İtalya maçını oynayarak gruplarında üst tura çıktılar ve şampiyon oldular. "Geri dönüşlerin kralı", "ölmeyen takım", "ne yapacağı belli olmayan takım" gibi unvanlara sahip olmak yerine Almanya gibi "mekanik takım" ya da İspanya gibi "pas trafiği üst düzey takım unvanını" alıp kupayı kaldırmak istemez miydik? Sizi bilmem ama ben ikincisini tercih ederdim. Bu rastlantıyla olmadı. Klinsmann'ın yanında 2 sene boyunca oturan Löw beraber kurdukları temeli alıp, komplekslerden uzak durarak takımı finaletaşıdı. Onlar daha önce Almanya'yı hep şampiyon yapmış, Herberger-Schön, Schön-Derwall, Derwall modelini benimsediler. Ortada bu model varken ve bu modeller Piontek-Terim başarısını yakalamışken, biz neden bunu tekrar denemiyoruz? Evet o mekanik Almanya bu "egzantrik" Türkiye'yi tek bir pozisyon ile eledi belki de ama eledi işte. Kazım'ın ayağının kayması bile bizim ne yapacağı belli olmayan bir takım olmamızın sonucu idi. Bu yüzden bu tür eksikliklerimizden hep ceza yedik. Çek Cumhuriyeti maçında Emre Güngör-Emre Aşık değişikliği olana kadar sahada 10 kişi kaldığımız dakikalarda kalemizde hemen gol gördük, çünkü takım eksikken nasıl organize olacağımızı bilmiyorduk. 11 kişiyle organizasyonumuz turnuvanın başladığı gün belli olmuşken ne bekleyebilirdik ki? Kazım'ın ayağı kaydığında o bölgede nasıl kademeye gireceğimizi bilmiyorduk, çünkü herkes sağlamken de bilmiyorduk. Hiç konuşmamıştık bunları. Problem de burada yatıyor. Yıllardır o ünlü "sonunda Almanlar kazanır" sözünün arkasında bu yatıyor. Sebebi Almanların hep hazır olmaları ve sürpriz takımları o mekanik halleriyle durdurmaları. 1996'da Çek Cumhuriyeti'ne, 2002'de ABD ve Güney Kore'ye yaptılar, bu turnuvada da bize. Finale kalan biz olsaydık da bu gerçek değişmeyecekti. 

Önümüzde 2 sene var. Umarım 2010 Dünya Kupası'nın kadrosunu Eylül ayından itibaren yapmaya başlarız. 2010 Mayısından itibaren değil. Zira sürpriz takım kontenjanı herkese bir kere vuruyor. Biz sıramızı savdık, artık iş yapma zamanı. Şenol Güneş'in o çok sıkıcı olduğu söylenen ve zevk vermeyen takımının bile, gelmiş geçmiş en heyecan verici takımından daha üst bir mertebeye eriştiğini de unutmayalım. Bazen sıkıcılık iyidir. 

Yazıyı bitirelim. Unutulmaz anla. Hiç sıkıcı olmayan bir an. Hırvatistan Türkiye. Klasnic o kafayı vurduğunda Slaven Bilic orta sahaya kadar koştu oyuncularına sarılmak için. 1 dakika sonra. Semih Şentürk'ün golü ile kazandık. Kazandık diyorum çünkü o gol Hırvatların penaltı noktasına çoktan turu kaybetmiş olarak gitmesine sebep oldu. Evet orası kesin. Hatırlanacağız.

Avrupa Şampiyonası'nın Unutulmaz Sahneleri

COUPLING



Benim tanışmam televizyonlarda yayınlanmasıyla eş değer olmadı Coupling'le. Bir cumartesi sabahı evde otururken şunları bir izleyeyim diye DVD'lerine el atmamla evi kahkahalara boğmam bir oldu. İngiliz mizahının kendine özgü bir havası vardır, çoğu kişi sevmez ama İngilizlerin kelimelerle oynayan, sadece "Is it?" gibi iki kısa kelime ile yerlere yıkan bir mizah anlayışları vardır. Bu anlayış Benny Hill gibi kişisel sakarlıklardan farklıdır. Daha çok, bir başka hayran olunacak şaheser, Yes Minister'a benzer. Zira Benny Hill Amerikan tarzı komediye yakındır. Tamamen fiziksel komediye dayanan bir anlayış. Bu tarzın en bayağı örnekleri Scary Movie ve bir dolu saçma sapan "ti filmleri" İngiliz mizahının yanına bile yaklaşamazlar. Tabi bu sebeple de Mr.Bean'den de hiç hazetmem. Bu tarzı sevdirmek içni sevimli, komik birilerini bulmak zorundasınız. Jim Carrey gibi, ya da Jerry Lewis gibi.

Coupling kadın erkek ilişkileri üzerine kurulmuş bir başyapıt. Desperate Housewives ve Sex and The City gibi hayatın sırrını vermeye çalışıp hiçbir şey veremeyen dizilere inat hiç bir şey vermeye çalışmayıp hayatın sırrını veriyor. Jeffrey Murdock tarzı bir yorum yaparsak "High-Fidelity filminin konusunun içine Seinfeld'in kendini ciddiye almayan halini katın, biraz Yes, Minister'ın ve Guy Ritchie ekolünün sözcüklerle yarattıkları diyalogları ekleyin, son olarak da Al Bundy, Sir Humphrey, Cosmo Kramer, Kemal Sunal gibi göründüğü anda insanların suratında gülümseme oluşturacak bir karakter ekleyin, işte size Coupling"...Married With Children ve Seinfeld'den sonra yerlere yıkılacağınız bir dizi daha. 3 dizinin de avantajı aslında güldüğünüz yerlerin birbirinden çok çok farklı olması. 

İngiliz komedilerinin bir özelliği kısa olmaları ve her sezonda 7-8 bölümün gösterilmesidir. Bu yüzden genelde de kendilerini özletirler. Yes Minister'ın sadece 5 sezon olması gibi Coupling de sadece 4 sezon boyunca gösterildi BBC'de. Arkasında da bir dolu hayran bıraktı. Kesinlikle dünya televizyon tarihinin başyapıtlarından. Şahsi kanaatim illa bir yerden başlayacaksanız "The Man With Two Legs", "The Woman With Two Breasts", "Split", "Faithless" ve "Unconditional Sex" bölümlerine göz atmanız. 

Evet tabi ki bekleneni yapıp dünya televizyon tarihinin en efsane karakterlerinden birisi olan Jeffrey Murdock ile bitireceğim. 

Jeff: I love the word naked, it's brilliant isn't it, 'naked'. When I was a kid I used to write the word naked on a bit of paper hundreds of times and rub my face in it. 

Steve: Jeff, every morning I wake up glad I'm not you. 
Jeff: Me too. 

Jeff: Women remember, Steve. It's like they've got minds of their own.

Jeff: Steve, you know what the sentence of death is, don’t you? I don’t mean the sentence like in executions and stuff, I mean the scary one... Just five words, Steve. Five little words. 'Where. Is. This. Relationship. Going.'"

Jeff: Steve’s whole fantasy life revolves around Mariella Frostrup… If he ever meets Mariella Frostrup in person his right hand will shout 'mother'.

FLYING DUTCHMAN'IN SEYİR DEFTERİ-11


İsveçli Nordahl ailesi dünya futbol tarihinde, üst düzey liglerde top koşturan 6 oyuncu yetiştirmesi açısından rekoru elinde bulundurmaktadır (5 kardeş Bertil, Knut, Gunnar, Gösta and Göran ve Gunnar Nordahl'ın oğlu Thomas). Bu isimlerden dördü (Bertil, Knut, Gunnar and Gösta) İsveç Ligi Allsvenskan'da şampiyonluk yaşamıştır. Ayrıca Gunnar Nordahl 1949-58 yılları arasında AC Milan ve Roma'da top koşturmuş ve 2 Serie A şampiyonluğu ve 5 gol krallığı kazanmıştır. Bertil Nordahl 3 sezon Atalanta, Knut Nordahl ise 2 sezon Roma'da oynamıştır. Ayrıca Gunnar Nordahl'ın oğlu Thomas Nordahl da İsveç Ligi'nde ve Anderlecht'de top koşturmuştur. 

Seyir defteri

WIMBLEDON'DA SON 16


Wimbledon tam gaz devam ediyor. Tek bayanlar ve erkeklerde tüm 4. tur tenisçileri belli oldu. Yani toplamdan 32 tenisçi ile son haftaya giriyoruz. Erkekler tarafında büyükbaşlar hala yerinde. Nadal arada sallanıyor ama çimlerin boyu kısalıp, baseline kelleştikçe tökezlemeleri azalacaktır ve finalde Federer'in karşısına en güçlü haliyle çıkmak isteyecektir. Federer ise klasik Wimbledon oynuyor. Önüne kim gelirse ez geç. Bu ikiliyi mağlup edecek tek adam var. Serseri mayın Safin. İlk 16'ya kaldı. Önünde yarı final için bir tek Baghdatis görünüyor. Gününde bir Safin'in Federer'in en formda halini bile ezip geçeceğini düşünenlerdenim. Ama tabi o "gününde" olması senede 1 kez oluyor genelde. Djokovic'i dümdüz ederken umarız bu hakkını kullanmamıştır. 
Bayanlarda ise Sharapova'nın, Ivanovic'in ve Safina'nın elenmesi ile meydan Williams kardeşlere ve blogun gözdesi Jelena Jankovic'e kaldı. Williams kardeşlerin zaten iddialı olacakları söylemiştik. Özellikle Serena çim kortun kendisine sağladığı avantajı bilerek, gözünü kapayıp topa tüm gücüyle vuruyor. Geri döndürmek de zor oluyor tabi. İkisinden birisi kesinlikle finale gidecektir. Venus bunu yapmaya daha yakın gibi. Ama çeyrek finalde bir sürpriz olmazsa karşısında Jankovic'i görecek. Tabi İvanovic'i 1,5 saat içinde turnuva dışına iten Çin'li Zheng'in de neler yapabileceğini merakla bekleyenlerdenim.  Dementieva, Kuznetsova gibi tenisçilerin şöyle bir problemi var. İyi tenisçiler, istikrarları var. Ama şampiyon tenisçi değiller. Bu tür tenisçilerin babası Todd Martin'dir. Hep iyi bir oyuncuydu Martin. Grand-Slam'lerde final de oynamıştı. Ama asla bir "winner" olamadı. Çünkü sadece "iyi bir oyuncu"ydu. Bir şampiyon değildi. Şampiyonun başka bir özelliği vardır. 
Tabi yine belirtelim bayanlarda son 16 arasına kalan tenisçilerin 10 tanesi doğu bloku ülkelerinin sporcusu. Bunların 6 tanesi Rus. 

29 Haziran 2008 Pazar

CAMPEON

Maçın özeti 93. dakikadaki pozisyonda gizliydi zaten. Almanya bütün defans oyuncularını gol için rakip kaleye gönderdiği sırada yaptıkları şişirmede 1.78'lik Puyol 1.98'lik Mertesacker'le arasındaki 20 santimlik farkı kapatıp bir de 20 cm daha yukarı sıçramıştı. İspanyollar her yönüyle hakettiler kupayı, isteyerek, istikrarlı oynayarak ve her şeyden önemlisi yarı final ve finalde çok sağlam ve iyi bir oyun ortaya koyarak. Öyle ki Almanlar en etkili olmaları gereken son 10 dakikada turnuvanın en silik oyununu oynadılar. Çünkü pilleri bitmişti çoktan. Almanya adına üzüldüğüm tek oyuncu Schweinsteiger oldu. Kariyerinin zirvesine çıktı bu turnuvayla. Attığı goller, yaptığı asistler, hiçbir zaman mücadeleden kopmaması ile Almanyanın en iyisiydi bana göre.

İspanyolların Xavi-Iniesta-Senna-Fabregas'tan oluşan kalabalık orta sahası anlaşıldığı gibi Schweinsteiger,Hitzlsperger, Ballack orta sahasının dinamizmini engellemek için oradaydı. İşe yaradı da, Schweinsteiger'i kenara bırakırsak Ballack ve ,Hitzlsperger oyunda görünmediler. Üstelik Iniesta ve Xavi tüm turnuva boyunca yaptıkları en iyi işi bu turnuvada da yaptılar. Kısa boylu ve hareketli oyun karakterleri ile rakip savunmanın arasına sızıp sürpriz pozisyonlar hazırlamak. İlginçtir İspanya'nın bu iki kısa boylu oyuncusunun her maç aynı taktiği uygulaması ilginçti. Uzun toplarla defansın arkasına sak, topu al, ortaya çek ve uzak direğe ortala. Senna'ya ayrıca bir parantez açmak lazım. Aurelio bizim için ne ise Senna da İspanyollar için o. Hemen belirtelim, daha önce Avrupa dışında doğan ve orada kariyerine başlayıp Avrupa Şampiyonu olan bir tek David Trezeguet var demiştik. Bu unvana artık Marcos Senna da ortak oldu. São Paulo doğumlu oyuncu, futbola Brezilya'nın Rio Branco kulübünde başlamıştı.


Hep istikrar ve kadro iskeletinden bahsediyoruz ya. İşte örnek. Tarih 24 Mart 2007. Yani 15 ay öncesi. Eleme maçında Danimarka'yı 2-1 mağlup eden İspanya'nın kadrosu şu şekildeydi.

1 Iker Casillas
2 Javi Navarro
4 Carlos Marchena
17 Joan Capdevila
19 Ángel López
8 Xavi Hernández
16 Andrés Iniesta
21 David Silva
6 David Albelda
10 Fernando Morientes
7 David Villa

15 ay önceki kadrodan 8 oyuncu Euro 2008 boyunca sahadaydı. Değişen adamlar Sergio Ramos Marcos Senna, Fabregas ve Fernando Torres'ti. Bizim ise o kadar geride değil, 7-8 ay önceki eleme maçlarında forvet hattımızda Ümit Karan ile Gökhan Ünal, sol kanadımızda İbrahim Üzülmez, orta sahasının ortasında Mehmet Topuz ve kalesinde Hakan Arıkan oynuyordu. O maçtan sadece 4 resmi maç sonra sahaya çıkan takım ise bambaşka bir takımdı.

44 yıllık bir özlemi sona erdirdi İspanyollar. Angela Merkel'in Casillas'a "congratulations" derken ki mahkeme duvarı suratını görmek bile gecenin iyi geçtiğini gösteren bir sebep. Casillas da çok sallamadı zaten. Yarın Hollanda'nın içerisinde küçük bir İspanyol adası gibi duran iş yerinden yankıları aktarırız.

Michael Ballack. Ona da bir parantez açmak lazım. 2008 Ballack ailesi için "gümüş yılı" olarak hatırlanır büyük ihtimalle. İlk önce şubat ayında Lig Kupası'nda Chelsea'nin Tottenham'a kaybettiği final, ardından 3 gün içinde Manchester United'a önce ligi sonra Şampiyonlar Ligi'ni kaptırarak kaybettiği finaller, bu akşam da İspanya'ya verdikleri final. 4 tane ikincilik. Kazanan rakibini alkışlamakla geçirdi Alman oyuncu bu sezonu. 

Son notumuz blog okuyucularına. Ocak ayının sonunda Euro 2008 şampiyonluğu için bir oylama yapmıştık. Milli duygularla yüklendiğimiz Türkiye'yi bir kenara bırakırsak İspanya 92 oyla birinci olmuştu. Yerinde tahminlerinden dolayı onları da kutlamak gerek.

27 Haziran 2008 Cuma

GÜNAHLARIMI BAĞIŞLA PEDER



Avrupa Şampiyonası'ndan 2 harika demeçle kapatalım haftayı.

"Italy have several Gattusos but only one Pirlo. If Gattuso is a great player, then I'm a priest."

"İtalya bir çok Gattuso'ya, fakat sadece 1 Pirlo'ya sahip. Eğer Gattuso büyük oyuncu ise ben de rahibim.

Luis Aragones, İtalya ile oynanan çeyrek final maçı öncesi



"I suppose the worst thing that can happen if you're a Croatia fan is for your team to take the lead."

"Bir Hırvat taraftarı iseniz, olabilecek en kötü şeyin takımınızın öne geçmesi olduğunu düşünüyorum."

Eski İngiliz futbolcu, şimdinin televizyon yorumcusu Gavin Peacock, Hırvatistan-Türkiye maçından önce demeç veriyor.Müneccimvari bir şekilde

Herkese iyi tatiller.

ANLAMLANDIRILAMAYAN SEYİRCİ/TARAFTAR DAVRANIŞLARI


Eminim ki sürekli maçlara giden arkadaşların arasında sıkça konuşulan, tabiri caiz ise geyiği çevrilen bir mevzudur. İşte bir çırpıda aklıma gelenler ;

1 – Kafaya bant bağlamak

Genelde Müslüm Gürses ya da Tarkan konserlerinde ön sıralarda olanların kafalarında görmeye alışkın olduğumuz bantlar, kimi zaman stad önlerinde de karşımıza çıkar. Bu davranışın ortaokulda tenefüs aralarında yapılan maçlar öncesi tellere asılan ceket ve yer bulunamayan kravatın yan bir şekilde kafaya bağlanmasının devamı olduğunu düşünüyorum. Yine tahminim bu davranışın ilham kaynağının İlk Kan ve Karate Kid filmleri olduğu yönünde.

2 – Baldır ya da pazulara örgü ip bağlamak

Kofti taraftarın bir numaraları aksesuarı ve çoğunlukla bozuk paraları tüketmek için alınan bu ipleri yapan adamlar, hani insanlar boyunlarına takarlar ne bileyim en çok bileklerine sararlar diye düşünmüşlerdir. Her seferinde bu ipleri baldırlarına ya da pazularına takanların kanaması olduğu ve kanamayı durdurmak için yaranın üzerine sıkı bir bez parçası sardıkları düşüncesi sarar dört bir yanımı.

3 – Maç çıkışı reklam panolarına vurmak

Sonuç ne olursa olsun, çıkış kapılarında ulaşılabilir bir reklam panosu var ise eller mutlaka gider, dan dun vurmaya. Ben de yapmışımdır çoğu zaman, anlam veremedim henüz.

4 – Yüz boyamak

Euro 2008 ile tavan yapan yüz boyama hadisesi çocuklar için kabul edilebilir belki ama koca adamların Braveheart misali yüzlerini boyaması olmuyor yani. (Annemin guaj boyalarından çalıp iki çizik atmıştım ben de bir zamanlar.)

5 – Palyaço şapkası takmak

Başlık işin garipliğini anlatmaya yetiyor hatta artıyor.

6- Altındaki köpüğü/minderi havaya fırlatmak

Maçın son dakikaları yaklaşınca galibiyetin garantilendiğinin dışa vurumudur. Son dönemde pek rastlanmasa da özellikle açık tribünlerde oldukça yaygındır. Kendi kıçının altındakilerle yetinmeyenler ön koltuklardakileri de çaktırmadan alıp havaya fırlatıverirler. Tabi atılan onca şeyin yerçekimi gereği geri geleceği hesaba katılır mı bilinmez. (Tşk. forzabrian)

7 - Maç bitmeden takım berabere veya mağlup ise kapıya yaklaşmak ve çıkış kapısından izlemek ya da tam tersi “herkes dağılsın da rahat çıkarız” moduna girmek. (Tşk. FlyingDutchman)

8 - Diğer tribünde arkadaş aramak/bulunca anırmak

Eğer farklı tribünlere girildiyse, hava atma gereği bünyede hasıl olur. Daha iyi bir tribünde olanlar, grubun kalanını 250 metreden ve 5 bin kişi arasından seçmeye çalışır. Kısa bir; Şu mu olm? Yok lan değil? Abi x reklamın altına bak. Tamam lan gördüm.. diyaloglarının ardından topluca “1-2-3 haaaaaaaasssaaaaaaaannnnn” böğürmelerinin sonuçsuz kaldığı ilginç bir durumdur. (Tşk. forzabrian)

by Gorky


PALA



Luca Toni: Gol atana kadar bıyığımı kesmeyeceğim.

Yıl 2012

DIG OUT YOUR SOUL



Brit-rock aleminin efsane ikilisi Gallagher kardeşlerin efsane grubu Oasis'in yeni albümü "Dig Out Your Soul" 7 Ekim'de piyasaya sürülüyor. Albüm grubun yedinci stüdyo albümü olacak ve Beatles'ın albümlerinin kaydına ev sahipliği de yapan Abbey Road'da kaydedildi. İlk single "The Shock of Lightning" ise Eylülde piyasada. Grubun beyni ve kardeşlerin daha "adam gibi adam" olanı Noel Gallagher "klasik başlangıç, köprü ve dörtlü nakaratlardan oluşan şarkılar yerine daha komplike şarkı yapıları olan eserlere imza atmak istedim" diyor. Benim anladığım kadarıyla progressive'e kayan bir albüm göreceğiz. Bildiğim şudur ki tarihi boyunca hangi grup progressiver tarza kaydıysa albüm kalitesini bir kaç gömlek yükseltmiştir ve genelde de bu tür albümleri ancak onuncu kez dinlediğinizde çözmeye başlarsınız, bir sene sonra da ancak çözersiniz. Oasis bana göre "The Masterplan"den sonraki albümleri ile Definitely Maybe, Morning Glory ve Be Here Now dönemi başarısını bir türlü yakalayamadı. Bu onların ufak ufak inişe geçen kariyerleri için bir geri dönüş olabilir. Bir de gözümüzü kapamadan bir konserlerini görsek fena olmayacak.

26 Haziran 2008 Perşembe

ARSHAVIN 90'A TAKAR MI?



Bu başka 90. 90-60-90'ın 90'ı. Artık hangisi olursa. Soruyu sorma nedenimiz şu. Rus sosyetesinin tanınmış simalarından Pyotr Listerman İspanya maçı öncesi bombayı patlatmış. Rus oyuncuları attıkları gol başına 2 Rus kız ile ödüllendireceğini belirtmiş. Şimdi Rus oyuncuların bu vaadle çok motive olacağını sanmıyorum. Zira bekar futbolcular takım şampiyon olursa zaten kapılarının önünde kızları bulacaklardır. Dolayısıyla Listerman yanlış takıma yapmış o vaadi. Dün Almanya maçından önce bizim soyunma odasına girip bu konuşmayı yapsaydı, Gary Lineker'in o ünlü sözü bir daha açılmamak üzere tabuta kapatılırdı. Yine de Arshavin de sırt çevirmemiş tabi. "Takımda çok bekar oyuncu var, bu bizi ateşleyecektir" demiş.

From Russia With Love....

TATAR'IN DÖNÜŞÜ



Tabi böyle başlık attık ama Marat Safin bu. Djokovic'i ezip geçtiği maç sonrası 3. turda raketine kızdığı için mağlup olabilir de.Ama tek bildiğimiz Tatar asıllı Rusun istim üzerinde olduğu ve Federer-Nadal ikilisinden sonra turnuvanın en büyük favorisini dışarı ittiği. 3. turda karşısında İtalyan Andreas Seppi olacak. En büyük şansı da tablonun kendi tarafında Baghdatis dışında önemli bir ismin bulunmaması. Yarı finalde Federer'e kadar bu halde gidebilir. Tabi dediğimiz gibi söz konusu oyunca Marat Safin olunca normal şartların dışında şeyler oluyor.

Bayanlarda sürprizler patlamaya başladı. Dün Roland Garros galibi Ana Ivanovic turu geçti ama geçene kadar da öldü öldü dirildi. 2 maç puanını çevirip final setini 10-8 alarak. Sırp tenisçinin Fransız Nathalie Dechy ile oynadığı maçın ilk iki seti de 6-7 ve 7-6 bitti. Nasıl bir çekişme olduğunu düşünün artık siz. Böylece kapısından döndüğümüz sürpriz bugün patladı. Maria Sharapova (ki bize göre turnuvanın favorilerindendi) Wimbledon kariyerinin en kötü maçlarından birini oynayarak dünya sıralamasında 154. sırada bulunan vatandaşı Alla Kudryavtseva'ya 6-2 ve 6-4'lük setlerle elendi. Tanınmayacak derecede kötü oynayarak hem de. 22 basit hata ve 8 çift hata ile. Üstelik bu çift hatalardan 3 tanesini aynı oyunda yapıp 40-15'ten servisini kırdırarak.

Favorimiz Jelena Jankovic ise Roland Garros'nun sürprizi Suarez Navarro'yu 2 sette geçerek emin adımlarla ilerliyor. SOn olarak bu sene Wimbledon'ın resmi internet sitesinin yaptığı enfes bir işe değinelim. Bir çok maçın tamamını doğrudan bilgisayarınıza indirip izleyebiliyorsunuz. Bundan güzel bir olanak sağlanamazdı. Özellikle hafta içi ofis çalışanları olan bizler için.

25 Haziran 2008 Çarşamba

RISE OF THE MACHINES



"Futbol böyle bir oyun işte" diye diye bir yerimiz çatladı. Turnuvada en iyi oynadığımız maçı ve ilk öne geçtiğimiz maçı kaybettik. Aslında ikinci yarının ortasından itibaren oynadığımız mahkum oyunu gözardı etmemek lazım. Teknik, taktik açıdan çok da açık vermediğimiz bir maçtı aslında. Ama buraya "ne yapacağı belli olmayan takım", "pes etmeyen takım" , "sürprizlerin takımı" gibi unvanlarla değil, "kanat akınları öldürücü olan takım", "pas trafiği baş döndüren takım", "hava toplarında etkili takım" gibi unvanlarlagelmek isterdik. Olmadı. Yediğimiz gollerde, golden bir pozisyon önce pası veren oyuncunun en yakınındaki adamımızın en az 5 metre uzaklıkta olduğunu da belirtmek gerek.

"Yıllar sonra bu turnuvadan biz hatırlanacağız" muhabbetine pek prim vermiyorum. Hoş hatırlanacağız tabi, nasıl 2000'in yarı finalindeki İtalya-Hollanda maçı finalden daha çok hatırlandıysa. Ama dünya tarihine geçen, gelecek nesilere aktarılacak türden bir hatırlanma olacağını sanmıyorum. Zaten Avrupalı'nın Türk'e ait bir şeyleri hatırlamaktan çok unutma konusunda niyeti varken, bundan 10 yıl sonra bu turnuvadaki performansımızdan çok bahsedileceğini sanmıyorum. Evet renk kattık, ama dedik ya renk katan değil, ana renkleri belirleyen takım olmak çok daha yerinde olacaktı.

Hakem Bousacca'ya değinmek lazım. Bir Türk hakem, bir Anadolu takımı ile İstanbul'un 3 büyüğü arasındaki herhangi bir maçı nasıl yönetirse maçı öyle yönetti. Semih'e çıkardığı sarı kart ise eğer, Almanların o dakikaya kadar en az 3 sarı kart görmesi gerekiyordu. Vermediği penaltının etkisinde kalarak o dakikadan sonra neredeyse maçı tek taraflı götürdü. Yine de bu yenilginin mazereti değil.

Lahm ve Schweinsteiger muazzam oynadılar. Özellikle hücum hattında Lahm'ın ileri çıktığı her atak tehlike oldu kalemizde. Bu turnuvayı bitirdik. 2010'a bakacağız. Yut dışına daha fazla oyuncu pazarlayarak ve "geri dönüşlerin takımı" olmaktan ziyade bu tür turnuvalara bir kaç ay kala adam gibi bir sistem oturtarak. Zira ne dersek diyelim 6 ay önceden favori dediğimiz ve 2 senedir aynı iskeletle oynayan makine karakterli Almanlar yine finaldeler. Bu tarihin kaçıncı tekerrürü?

24 Haziran 2008 Salı

YENİ MODA HİDDİNK



"When asked to explain how England beat Euro 2008 semi-finalists Russia 3-0 at Wembley last autumn, their coach Guus Hiddink mischievously replied: "England had a good day that day, their only one"

"İngiltere'nin 2007 sonbaharında Wembley'de Rusya'yı nasıl 3-0 mağlup ettiği sorulduğunda Guus Hiddink dalga geçerek yanıtlıyor: İngiltere o gün iyi günündeydi. İyi oldukları tek günde"


Yürü be Guus.

YOUNG GUNS



Bon Jovi'nin makus bir talihi olduğunu düşünürüm hep. Jon Bon Jovi'nin kaptanlığını yaptığı grup aslında müzik tarihinin gördüğü kaliteli gruplardandır ama popüler kültürün bir parçası olduğundan mıdır, başka bir sebepten midir bilinmez hep üvey evlat muamelesi görür. Bnense grubun bir çok klasiğinin olduğuna inanırım. Keep The Faith, Blaze Of Glory, Bad Medicine, Wanted Dead or Alive, Blood On Blood, Hey God, It's My Life, Saturday Night.....Bu liste uzar gider. Bahsedeceğim albüm ise Jon Bon Jovi'nin kendi grubundan ayrı olarka çıkardığı solo albüm. 1990 yapımı "Young Guns II" filminin soundtrack albümü ve tüm dünyada 6 milyon satan "Blaze Of Glory". Albümle aynı adı taşıyan ünlü Bon Jovi şarkısının yanında sizi tam bir western filmi havasına sokacak enfes rock şarkıları mevcut. Billy Get Your Guns, Santa Fe, Justice In The Barrel, Bang A Drum, Never Say Die bunlardan bazıları. Tam bir yol albümü. Arabanın cd player'ına atıyorsunuz, albüm sizi varacağınız yere kadar götürüyor. Bu albümü ilk dinleidğimde yıl 1995'ti. Hey gidi. Yaşlanıyoruz yahu.

DE TOVENAAR VAN TURKIJE



Hollanda basınının manşeti bu. "Türkiye'nin büyücüsü" anlamına geliyor. "İmparator, unvanlarına, turnuvadaki mucizevi performanslarıyla bir yenisini ekledi" diye de devam ediyor.Bizi bizden iyi bilenler var demiştim ya bir zamanlar bu blogda.

Bugünkü Türk gazetelerinde yer aldı bu haber. Terim'in ilk onbirini açıkladığı ile ilgili. 11 adam var, Mevlüt ile Tolga da yedekler arasında zaten. Yorumlara indim. 13 kişilik kadroda bile teknik direktörü eleştirmeyi başarmış insanımız. "Mevlüt varken Kazım'ın ne işi var takımda Terim yine yapmış yapacağını" türünden yorumlar okudum, kanımı donduruyor bu yorumlar. Yahu takım 13 kişi. Nasıl beceriyorsunuz bu işi hayretler içerisindeyim.

Açıkçası kamuoyunda şu anda oluşan "Terim kaybetse de artık ortaya çıkalım" düşüncesindeki bağcı dövmekle uğraşanlarla, yarın sonuç ne olursa olsun "e mucizevi şekilde buraya geldik adam daha ne yapsın, hala eleştiri yapıyorsunuz utanın" düşüncesindeki muhtemel şıracıların milli takım değerlendirmesine zarar verdiklerini düşünüyorum. Kişilerin, isimlerin üzerinde konuşmaktan çoğu zaman yapılan işi değerlendiremiyoruz. Terim'i eleştirene "Terim komplekslisi" Terim'i savunana "Terim müridi" yakıştırması yapmaktan vazgeçmezsek ve yapılan işleri değerlendirmezsek eğer, 2002 üçüncülüğü sonrası gibi 2 turnuvayı daha pas geçeriz. Aynı hatayı 2 kez yaparsak da bilmiyorum sıfatmımız ne olur. Şenol Güneş'in saç modeli ve ceket markasını, Ersun Yanal'ın laptop dosyalarını tartışırken 2 turnuva gitti.

Ben bunları düşünürken, Hırvatistan maçı öncesi Hollandalı spikerin söylediği söz aklıma geldi.

"Fatih Terim, ilk Portekiz maçı öncesi çok eleştiri aldı, kendisi takımın hocası, 75 milyon tane de yardımcısı var"....

Dedik ya bizi bizden iyi bilenler var diye.

WIMBLEDON 2008



Dünyanın en prestijli tenis turnuvası dün başladı. Bu prestijini gerek dünya üzerinde kazanılması en zor turnuva olmasına borçludur (tenisçiler hepsi rüştünü ispatlamak için bu turnuvaya apayrı bir motivasyonla hazırlanır), gerekse de yıllardır değiştirmediği gelenekleri ile. Beyaz dışında hiç bir rengin giyilmesine izim olmaması, her yıl kent düşesi ve dükünün yürüttüğü kupa töreni, ışıklandırma gibi modernizasyonlarla uğraşmaması gibi...Tabi çimde düzenlenmesi de zorluğunu bir kat daha artırır. 2 hafta önce Roland Garros kumunda şampiyon olup Wimbledon ilk turunda madara olan bir dolu tenisçi vardır tarihte. Son yıllarda Nadal bu geleneği biraz bozar gibi oldu. Hatta İspanyol bu sene en iddialı haliyle turnuvaya geldi.

Erkeklerde ilk turun sürprizleri Davydenko ve Nalbandian'ın erken vedası oldu. Ermeni asıllı Arjantinli tenisçi Nalbandian turnuvanın 7 numaralı seribaşıydı ve Kanada'lı Frank Dancevic'e mağlup oldu. Davydenko ise 4 numaralı seri başı olarak geldiği Londra'dan Alman Benjamin Becker'e 3-0 mağlup olarak erken ayrıldı. Nadal'a gelince, her zamanki Wimbledon'ı gibi başladı. Çimlerin boyu uzun, dolayısıyla işi zor. 3 sette kazandı ama 6-4, 6-4 ve 7-6'lık setlerle. Nadal-Federer maçı çimlerin yokolup geri çizginin kuma döndüğü final günü yerine turnuvanın ilk günü oynansa Federer 2 hafta öncenin intikamını çok kötü alır ama iş öyle olmuyor tabi. İsviçreli ilk turda rahat biçimde kazandı.

Bayanlarda tenis bilgimiz Williams kardeşler ve Sharapova'dan gönlümüz ise tabi ki Jelena Jankovic'ten yana. Çim kort Williams kardeşler ile Rus'un güçlü oyununa büyük yarar sağlıyor, tabi aynı zamanda özellikle Williams'ların hantal bünyesine de zorluk çıkartabilir. Ivanovic'in burada Roland Garros kadar şanslı olacağını sanmıyorum. Wimbledon'ın havası bambaşkadır.

Son olarak bir not. Bizim türk basınını bilirsiniz spor gazeteciliği denen şey son 15 yıldır futbol gazeteciliği son 6-7 yıldır transfer gazeteciliği, son 2-3 yıldır da asparagas gazeteciliği oldu. Bu tür turnuvalarda 4 satırla yer verirler genelde. Hollanda gazetelerinden "Spits" Wimbledon'ın tam şemasını verdi dün. Tüm maç tablosunun olduğu ve elle doldurularak ilerlenecek tek sayfalık bir ek. Üstelik "Spits" bir spor gazetesi bile değil. Bizim türk basınının önde gelen gazeteleri türünden. Ne diyeyim şimdi ben?

HAFTANIN MENÜSÜ - 12





















1 - Amorphis - My Kantele (Acoustic)

2 - Megadeth - Promises

3 - Helloween - In the Middle of a Heartbeat

4 - Anouk - Nobody's Wife

5 - Nightwish - Come Cover Me


by Barad-dur

BİRAZ BİBERLEYELİM

23 Haziran 2008 Pazartesi

YEDİM SİZİ JOHANN



Cumartesi günü Hollanda 1 kanalının Hollanda-Rusya maçı sonrası canlı yayınındaki Johann Cruijff-Guus Hiddink diyaloğunu buraya taşımak lazım.

Cruijff: Guus, hani Hollanda çok iyiydi ve senin takımın tam olarak hazır değildi.
Hiddink: Benim her dediğime neden inanıyorsunuz? Ben arada öyle konuşurum.
Cruijff: Takımın çok iyi gördüğümüz kadarıyla.
Hiddink: Evet ama Hollanda gibi 20 tane iyi oyuncumuz yok. Üst düzey oyuncu sayımız 13-14 civarı. Ama böyle olunca kulübede oturuyorum diye sinirlenen oyuncum da olmuyor.

TURANJ



Cumartesi günü Rusya-Hollanda maçının oynandığı Basel kentinde toplam 245.000 litre bira satılmış gelen haberlere göre. Bunun 10.000 litresi Ruslara 100.000 litresinin Hollandalılara ait olduğu sanılıyor (Tabi Rusun votka varken birayla işi olmaz o ayrı). Hollandalıların turnuva boyunca günde kişi başı 2.7 litre bira tükettiği söyleniyor. Tabi damarlarda her daim alkol dolaşınca ortaya çıkan olaylar da keyifli oluyor. Bence hafta sonunun en güzel haberi bu. Tabi Hollanda elendiği için pek bir geçerliliği kalmadı. İsviçre Demiryolları Müdürlüğü demiryolu işçilerinin resmi kıyafeti olan turuncu üniformaların giyilmesini yasaklamış. Sebebi de şu. Bütün grup maçlarını Bern'de oynayan Hollandalı taraftarlar bir maç sonrası yolunu kaybediyor. Demiryolu işçilerinin üzerindeki turuncu üniformaları da görünce "tamam bunlar bizim cenahtan" diyerek peşlerine takılıyorlar, tabi alkolün etkisi ile olayın aslını anlamaları için biraz zaman geçiyor. Olayın ardından turuncu giyen İsviçre polisi de üniforma rengini değiştirmek zorunda kalmış ve 1500 kadar sarı üniforma ışık hızıyla personele dağıtılmış.

Bu istatistiği Türk milli takımı için de yapmak lazım. Yalnız bizde araştırma alkol üzerine değil hazım ilacı, tansiyon hapı, sakinleştiriciler üzerinde yapılsa çok daha iyi olur diye düşünüyorum. Malum ilk 30 dakikada sindirim zorluğu, ikinci 30 dakikada tansiyon yükselmesi, son 30 dakikada kalp spazmı yaşatan bir takıma sahibiz. Bunun bir de uzatmaları var.

ZYRIANOV&ZHIRKOV AŞ



Turnuva boyunca gördüğüm en iyi kanat ikilisi artık tartışmasız olarak kendini belli etmeye başladı. Zenith Petersburg'la bu sene UEFA Kupası'nı kaldıran Konstantin Zyrianov ve CSKA Moskova'lı sol açık, bu turnuvada zaman zaman sol kanatta defansif görevler de üstlenen Yuri Zhirkov. Turnuvanın başından beri her maç üzerine biraz daha koyarak devam ettirdikleri performansı Hollanda maçında bu ikili zirveye taşıdılar. Daha da gösterecekleri çok şey var eminiz.

Zyrianov 30 yaşında. Hikayesi Türkiye gibi takım halinde olmasa da eşsiz bir bireysel "comeback" hikayesi. Zyrianov 2000 yılında Torpedo Moskova forması giyerken babası ve kardeşi hayatını kaybediyor. 2002 yılında ise Rus futbolcu daha büyük bir trajedi yaşıyor. Uyuşturucu problemleri olduğu söylenen eşi 4 yaşındaki kızları ile beraber bir binanın sekizinci kattaki evlerinin balkonundan atlayarak intihar ediyor. Kızı o gün, eşi 1 ay sonra hayata veda ediyor. Yani 2 yıl içinde en yakın 4 akrabasını kaybediyor Zyrianov. Toparlanıyor, geçen sene başında Zenith'e transfer oluyor. Dün Rusya'nın 2008 kadrosuyla turnuvanın en büyük şampiyonluk adayı Hollanda'yı sonuna kadar hak ederek mağlup eden ekibin bir parçasıydı. Hayata yeniden başlamış görünüyor. Yeni eşinden bir çocuk bekliyor.

Yuri Zhirkov. 24 yaşında. Görünüş olarak aslında daha çok bir İspanyolu andırıyor oyuncu. CSKA Moskova'da oynuyor. Zyrianov ile beraber sol kanadı son 3 maçtır rakip takımın sol kanadını koridor hale getirdi oyuncu. Zyrianov'dan farklı olarak Arshavin kadar olmasa da, dar alanda son derece etkili, birebirde adam eksiltebilen ve orta yapmayı "pas vermek" şeklinde kullanabilen bir oyuncu. O da Zyrianov gibi formunu her maç yükseltti ve zirveye taşıdı. Tabi bu ikiliyi en verimli şekilde kullanan Hiddink'e yine hakkını vermek gerekiyor. Aynı takımda oynayan forvet ikililerini, defans ikililerini, kanat ikililerini kullanamayan üst düzey teknik direktörler varken, böyle bir ahenk yaratabilmesine alkış tutmak gerekiyor.

Bu iki oyuncunun da turnuva sonrası transferleri mümkündür. Özellikle Zhirkov, henüz 24 yaşında, önceliği olacaktır.

ARRIVEDERCI ITALIA



Başlık benden değil iş yerindeki İspanyol Jorge'den. Duvarına koskoca İtalya bayrağını koyup altına da bunu yapıştırmış, geçen her İtalyan'a sırıtıyordu, ben de "e 88 yıllık acıyı bitirdiniz" diye takıldım. Şunu gördüm ki İtalyanlar da maçı haketmediklerinde görüş birliği içindeler. Hoş İspanyol da haketmediklerini düşünüyorlar. 88 yıllık hasreti bitirmelerine, son dünya şampiyonunu devirmelerine ve daha 15 gün önce 4 attıkları Rusya ile oynayacak olmalarına rağmen "9 eksikle Almanya'yı asarız keseriz" düşüncesinde değiller ve hala temkinliler. Haklılar, objektif gözle bakıldığında çeyrek finalin en zevksiz maçını izledik. Türkiye-Hırvatistan maçının son 2 dakikasını çıkardığınızda bu unvana ortak olabilir ama o 2 dakika da çok unvanı değiştiren bir 2 dakikaydı. Dün akşam dünya üzerindeki furbolseverlerin tümüne sadece ve sadece penaltılar önce 2 takımın hazırlığını gösterin, "yarı finale İtalya çıkmıştır" diyen ferd-i vahit çıkar mı merak ediyorum. İtalyanların tümünün rengi atmıştı ve Donadoni sağa sola saldırıp fellik fellik penaltıcı arıyordu. Sorduğu tüm futbolcular da "e atalım bari" tarzı başlarını sallıyordu. İspanya'ya döndü kamera. Oyuncular gülüyor ve sanki olacaklardan eminmiş gibi Casillas'a gülerek sarılıyorlardı.

Hıncal Uluç her fırsatta "Hakan Şükür tipinde santrafor dünyada yok" diyor hala. Alsın dünkü maçı izlesin. Ben Toni'nin Hakan Şükür kadar saç baş yoldurma potansiyeli olduğu konusunda iddialıyım. Hakan Şükür bazen öyle kötü oynardı ki, Adrian Ilie'nin Fenerbahçe maçında rakip ağlara giden topunu çizgiden çıkardığı bile olurdu. Toni de dün kendisi kötü oynamakla kalmadı bir kaç akında da bizzat araya girip arkadaşlarını da mundar etti. 5 metreden Grosso'nun kaleye sokacağı topa soktuğu ayak belki de İtalya'yı yarı finalden etti.

Yarı finaldeki Rusya-İspanya savaşı ilginç olacak. "Dede" Aragones ile "Çar" Hiddink'in savaşı. Sordum Jorge'ye "ilk maçta Arshavin yoktu bu maçta var, çok rahat olmayın" diye. "Madem öyle bizim Barca kasabı Puyol'a direktifi veririz, ilk 10 dakikada ayağını eline verir" dedi kısaca. Hadi bakalım.

21 Haziran 2008 Cumartesi

ÇAR



Futbol neden "futbol", bu akşam Basel'daki bu futbol gecesini izleyen insanlar bunun cevabını aldılar işte. 1988 yılındaki Sovyetler Birliği-Hollanda maçının intikamını almak için Ruslar tam 20 yıl beklediler. İntikamı alan bir Hollandalı oldu. Bundan daha güzel bir oyun var mı işte? Maçtan önce Hollanda basını "Çar Hiddink San Marco karşısında" şeklinde başlıklar atıyordu (Tsaar Hiddink tegen San Marco). Hollanda'nın 4-2-3-1 taktiğinin tek bir kırıntısını bile sergiletmedi Hiddink'in takımı. Ne yalan söyleyelim o 20 sene öncenin takımından beri de böyle teknik bir Rus takımı görmemiştik. Zavarov, Protasov, Mikhailichenko, Aleinikov'lu takımın tüm izleri sahadaydı. Dar alanda bu kadar etkili olan, bu kadar isabetli koşular yapan ve bu isabetli koşulara bu kadar yerinde, zamanlaması iyi paslar atan bir takım şu ana kadar görmedik turnuvada. Hollanda'nın grup maçlarında kontrataklarda yaptığı şeylerin hepsini Rusya set hücumunda yapınca maçı aldı gitti. Tabi ki 10 numaralı adamı bir kenara ayırmak lazım. Arshavin Hollanda'nın celladı oldu. Boş koşuları, birebirdeki adam eksiltmeleri, asisti, golü...Bu turnuvada gördüğümüz en iyi bireysel performansa imza attı belki de (Almanya-Portekiz maçındaki Schweinsteiger'ı da katalım buna). Artık Abramovich maç sonrası banka hesabına 7 sıfırlı bir katkı yapıp Chelsea yoklamalarına başlayabilir. Kolodin için de bir kaç şey söylemek lazım. Vedat Okyar'ın yıllar önce Galatasaray'lı Şevket'in TSYD Kupası'nda Beşiktaş'a attığı golden sonra bir lafı vardı "ordan telgraf çeksen 3 günde gelmez" diye. Kolodin telgraf bir kenara mors alfabesiyle 15 dakikada bir mesaj gönderdi. Ona çıkan ve sonradan geri alınan kırmızı kartı kimse anlamadı. Kararın geri alınmasında br gariplik yok, daha önce futbol tarihi verilen penaltının iptal edildiğini de gördü. Sorun şurda ki, Sneijder'ın çevirdiği top kale çizgisini henüz geçmemişti zira kararın iptal gerekçesi yanlıştı. Diyelim ki hakem kararından dönmedi. Bu sefer de kart kararı yanlış, zira Kolodin'in hareketi sarı kartı gerektirecek kadar sert değildi. Neyse ki Lubos Michel iki yanlış yaparak bir başka yanlışı götürdü de hadiseyi temizledi.

Guus Hiddink. Demiştik daha çok yazarız diye. Futbol tarihine bu tür hocalar çok az geliyor. Açık söyleyeyim, ben bir Türk takımının başkanı olsam, altyapıdan bedavaya bir takım kurarım, daha sonra da elimdeki tüm transfer bütçesini bu adamın maaşına ayırıp ne yapıp edip, onu Türkiye'ye geri getiririm. Ama biz bu tür adamları kovmayı iyi biliyoruz, kapmayı değil o ayrı mesele.

Marco Van Basten milli takım kariyerinde 2 uluslararası turnuvada çeyrek finalden yukarısını göremeden Ajax'ın başına gidiyor. Böyle bir ivmeyi ve ani çıkışı bir daha yakalarlar mı merak konusu. Tüm ülke bu turnuvaya inanılmaz odaklanmıştı. Reklamlar, merchandising ürünleri, insanların evinin önünü ve pencerelerini turuncuya büründürmesi, gazetelerde neredeyse her sayfada Avrupa Şampiyonası ile ilgili bir haberin olması, insanların maç günleri ve ertesinde en resmi işte çalışanından sokaktaki Türk dönerciye kadar turuncu giyinmesi, milli takım hocasını neredeyse kimsenin beğenmemesine rağmen, hedefe odaklanıp birleşmeleri, maçların evlerde toplanıp beraber izlenmesi ve elde edilen galibiyetlerden sonraki ortam, bu maç öncesi Boulahrouz'un prematüre doğan çocuğunu kaybetmesi sonrası oluşan yas havasını dağıtmak için yapılan bir dolu çalışma. Her şeyiyle bir rüyadaydı Hollanda 2 haftadır. Uyandılar. Son 20 yılın en iyi futbolunu oynadıkları turnuvada bile Almanlar hala var ve onlar yok. Çok büyük bir yıkım onlar için.

Son notum Hollandalı spikerden. Dakika 114. Durum 2-1 Rusya lehine. Ağzından şu cümleler döküldü...."Türkiye'yi örnek almamız lazım, henüz maç bitmedi". Geleni gideni dağıtan Hollanda, bu bizi örnek alacak takım. Turnuva öncesi grupları değerlendirirken Cristiano Ronaldo'ya yarım saat, Türk milli takımına 30 saniye ayırmıştı Hollandalı yorumcular. Şimdi kendilerine örnek gösteriyorlar. Herhalde artık ölsem de gam yemem.

20 Haziran 2008 Cuma

ŞU ÇILGIN TÜRKLER



Bu maçtan sonra pek bir şey yazılmaz aslında. Araştıracağım bir kaç gün içinde ama sanırım dünya tarihinde bir ilke imza atıyor Türk milli takımı. Kimse ciddiye almıyor, bugün işyerindeki insanlar Almanya-Hırvatistan yarı finalinden kim çıkar finale diye konuşuyorlardı. Bir gün yataklarından kalkacaklar ve "dün akşam Türkiye şampiyon oldu yahu" diyecekler belki de. Sanırım tüm turnuva boyunca önde oynadığımız dakika sayısı ya 4 ya 5'tir. Bu maçta ne teknik heyete, ne futbolculara (Sabri dışında), diyecek bir lafımız yok. Emre Aşık-Gökhan Zan defans hattı tüm Türkiye'yi utandıracak şekilde iyi oynadı. İyi oynamayan Arda, Hamit ve onlar tutuk olunca otomatik olarak tutuklaşan Nihat'a rağmen Semih Şentürk'ün füzesiyle hayata tutunduk. Yarı finalde Arda'nın olmayışını çok büyük bir kayıp olarak görmüyorum. Bu takım başka özelliğiyle buraya kadar geldi çünkü. Şu sahneyi başka bir maçta görseniz kaç gün konuşursunuz düşünün. Hırvat oyuncular Semih golü atana kadar geçen o 1, 1.5 dakikada formamı maç sonunda kime atsam, Bilic de Almanya maçında Ballack'ı kimle durdursam diye düşünüyordu, Semih'in golü penaltılardaki zaferi de garantiledi, çünkü altın vuruş yapmış Hırvatistan ayılana kadar biz işi bitirdik. O çöküşle penaltıları içeri atmaları imkansızdı. Yarın ayrıntılı yazarız. Şunları söylemek lazım, alıntı yaparak. "Şu Çılgın Türkler" ve "It Ain't Over Til It's Over"

ŞEREF TRİBÜNÜ HADİSESİ



Zamanında aynı ortamda bulunduğum tanınmış bir kanalın önde gelen spor muhabirlerinden birisi, o zamanlar Fenerbahçe’nin oynadığı bir Avrupa Kupası maçı öncesi Hakan Bilal Kutlualp’ın görevliler tarafından stada sokulmadığını belirtip “Adam Alex’i Brezilya’dan uçağa koyup getirdi maça giremiyor” demişti. Kluivert ile ilgili hadiseyi okuyunca aklıma bu anektod geldi. Hollandalı oyuncu ülkesinin Romanya ile oynadığı çeyrek final maçı öncesi federasyondan bedava bilet talebinde bulunmuş. Hollanda Futbol Federasyonu da "arkadaş sen milli takım oyuncusu değilsin, elini cebine at biletini al" diye cevabı yapıştırmış.

Şimdi bunu okuyunca aklıma bizim meşhur şeref tribunlerimiz geldi. O şeref tribunlerinde eski milli oyuncuyu bırakın (adam bir de o ülkenin herhangi bir kulüp takımının kazandığı son Şampiyonlar Ligi Kupası’nın mimarı olan adam) bakanın bacanağının oturduğunu bilirim. Bir de ben bu isme takmış durumdayım. Şeref Tribünü. Avrupa’da bir tane stadda "Tribune of Honor" ya da "Honorary Tribune" diye bir şey duymadım. Business Seats vardır, onun altında da protokol denen koltuklar vardır, zaten o protokolda kimin nereye oturacağı da bellidir, hepsi isme rezerv edilmiştir. Son Galatasaray-Fenerbahçe maçında Fatih Terim maçı izlemeye geldiğinde yerinde başka birisinin oturduğunu gördüğü için staddan ayrılmıştı. Daha önce o tribünlerde oturan yönetici sıfatındaki bazı kişilerin çıkış tünelinin ağzında bitip futbolcu tartakladığını da biliyoruz. En son Avusturya-Almanya maçını izleyenler görmüştür, iki takımın hocaları, Hickersberger ve Löw hakem tarafından tribünlere gönderilince protokol tribününe çıktılar. En ufak bir kamera açısından bile en az 10 tane boş koltuk saydım. Türkiye’de bir Dünya Kupası düzenlendiğini ve Türkiye’nin maçı olduğunu düşünün, o tribunlerde kimlerin çocuğu, yeğeni, doktoru, manavı, bakkalı oturur siz hesaplayın. Tek bir boş koltuk olur mu orada? Böyle bir hengame var bizim tribunlerimizde, ne zaman çözülür bilemiyorum.

19 Haziran 2008 Perşembe

EZELİ REKABET-17



Urfa Kebabı vs. Adana Kebabı


Ezeli rekabet

NİKAH ŞAHİDİNİZ HOROZ OLSUN



Ne bıyıklı halini, ne bıyıksız halini sevemedi kimse bu adamın. Ben de sevmedim şahsen. Sevilecek gibi değil. Düşünün, yarın kupadan elenmişiz, maç sonrası Sabri'ye mikrofon uzatlıyor, Sabri kameraya sırıtarak "sevgilim benimle evlenir misin?" diyor, ne yaparız o Sabri'yi? raimond Domenech bunu yaptı işte dün. Fransa İtalya'ya 2-0 mağlup olarak elendi. Maç sonu basın toplantısı. Bizim Domenech'in derdi başka. "I have nothing to say about my job, but I will say that I want to marry Estelle, I have only one plan at the moment, it is to marry Estelle, and it is only this evening that I ask for her hand in marriage,", yani kısaca "milli takımdaki geleceğim hakkında söyleyecek bir şeyim yok, sadece Estelle (gazeteci Estelle Denis, çiftin 2 çocukları var) ile evlenmek istiyorum, tek planım bu" diye patlatmış bombayı (videoda 1 dk 45. saniyelerden sonra vuku buluyor hadise). Tabi Dünya Şampiyonu hocaları Aime Jacquet'yi, şampiyon olduğu gün bile eleştiren Fransız basını Domenech'i kazana koyup kaynatmış bile. Ne diyeyim nikah şahitleriniz de Abidal ile Ünal Karaman olur.

BUNALIM ADAMI SCOLARİ



4 sene önce Portekiz'deki turnuvada Scolari, önde götürdükleri maçlarda top toplayıcılara, kendilerine gelen topları rakip takıma geç vermelerini tembih ediyordu. Burada bu tür ayak oyunlarına başvuracak ortam bulamadığı için dövündü durdu kenarda. Hele ikinci yarı kaçan bazı gollerden sonra yardımcılarının tesellilerine "dokunmayın bana" tavırlarıyla cevap vermesi ve bunalım adamı oynaması bizi daha da eğlendirdi. Maç aslında Michaal Ballack'ın vurduğu kafa ile bitti bir nebze. Zira Nuno Gomes oyundan çıkarken kaptanlık pazubandını Cristiano Ronaldo'nun koluna takarak çıktığında Ronaldo'nun yüzünü gördük. Real Madrid transferine daha konsantre bir hali vardı. Çoktan kafasını iki yana sallamaya başlamıştı.

"İşte 2-0 yenildiğimiz Portekiz'in gerçek yüzü" türünden temelsiz bir yoruma girmeyeceğim ama bir gerçek var. Portekiz milli takımı ile ilgili. Bunun sebebi ne Scolari ne sahadaki 11 oyuncu ne de saha şartları. Tamamen Portekiz'in okyanusun kıyısında Latin ekolünden gelen bir toplumun ülkesi olmasından ileri geliyor. Yani Ronaldo, Deco, Simao'yu bir yana bırakın Lizbon çarşısından 11 tane kasabı getirseniz de aynı futbolu oynarlar. Bu o toplumun bir karakteristiği. Portekiz takımı top ayağına geldiğinde, defansta kendi arasında 3 pas yapan, kanatlarda kombinasyonlara başvuran, orta sahada ikili üçlü sıkıştırmalarla top kapıp, ölü noktalardan gol çıkaran bir takım değil. Bu adamların bir özelliği var. Topu ayağına alan en kısa yoldan kaleye nasıl giderim diye düşünüyor. Sıcak kanlı, yerinde duramayan, kıpır kıpır bir toplumun insanları çünkü. Topu alan 2 çalım atıyor, ya pas veriyor, ya orta yapıyor ya da direk kaleye şut çekiyor. İşte bunun olumsuz yönü de bu tür maçlarda ortaya çıkıyor. Karşınızdaki takım topu ayağında tutmayı biraz bilen bir takım olunca, oyunu biraz öldürünce, Portekiz eriyip gidiyor. Son 3 uluslararası turnuvada sırası ile Yunanistan, Fransa ve Almanya'ya elendi Portekiz. Bu 3 takım da (o turnuvadaki Yunanistan'dan bahsediyoruz), kontrollü oyun konusunda master derecesine ulaşmış takımlar. Portekiz bu takımlar topu ayaklarında tuttukça topu kazanıp o alıştığımız ani çıkışlarını yapamıyor. Pas hataları yüksek, iyi organize olamamış takımları bulunca da dağıtıyorlar. Buna rağmen 2 gol buldular. Ama iyi oynayan bir Lehmann ve 1 gol 1 asistini bir kenara bıraksak bile maçın yıldızı olan Schweinsteiger'in performansı ve geri kalan 9 oyuncunun asgari performasnlarına ulaşması ile Almanya turu geçti. Ha ne oldu? Yarın yarı final vizesi alırsak Almanya'yı rakip olarak her daim Portekiz'e tercih ederim. Çünkü yukarıdaki o Portekiz'in sevdiği rakip tanımına birebir uyuyoruz. Tek üzüntüm kendi gözlerimin ve tüm dünyanın Arda Turan-Cristiano Ronaldo çarpışmasını göremeyeceği.

Son notum da maçı anlatan Hollandalı spiker hakkında. Maç boyu en az 3 kez "Almanya aynen Hollanda gibi oynamaya çalışıyor, eh tabi aynısı olmuyor ama en azından deniyorlar" türünden laflara girişti. Tamam 3 maçta 9 puan, atılan 9 yenilen 1 gol ama Hollandalıların havası onları göğün yedinci katına çıkarmış durumda. Aranıyorlar. Bu halleriyle bile Almanlardan tokat yerlerse 3 gün sokağa çıkamazlar benden söylemesi.

18 Haziran 2008 Çarşamba

TILSIM İBRAKADABRA'YI BOZDU



Bu blogda bugüne kadar Guus Hidink'in tılsımı üzerine kaç yazı yazdık ben sayısını unuttum. Daha da çok yazarız. Şimdi sırayla gidelim. 1996 Avrupa Şampiyonası Hollanda ile çeyrek final. 1998 Dünya Kupası Hollanda ile yarı final. 2002 Dünya Kupası Güney Kore ile yarı final. 2006 Dünya Kupası Avustralya ile 2. tur. 2008 Avrupa Şampiyonası Rusya ile (şimdilik) çeyrek final. Katıldığı son 5 uluslararası turnuvanın beşinde de gruplardan çıkmayı başardı Hollandalı. Bora Milutinoviç elemelerden turnuvalara yükselme profesörü ise Hiddink de gruplardan çıkmanın. 6 aydır Ronald Koeman'ın ayaklar altına aldığı Hollandalı hocaların repütasyonunu Advocaat, Van Basten ve Hiddink 1 ayda toparladılar.

Çeyrek finaldeki Hollanda-Rusya maçında en azından 1 Hollandalı sevinecek orası kesin. Bu akşam görüldü ki Ruslar Arshavin'in kırmızı kart cezasının bitmesi ile bir gömlek atladılar. Sahanın rakip alana bakan bölümünde oldukça hızlı, çevik ve dikine oynayabilen 3-4 futbolcuları ve iyi bir hedef santraforları var. Peki bu Hollanda'yı elemek için yeter mi? Şimdiye kadarki görüntü ile konuşursak yetmez elbet. Ama işin ucunda Guus Hiddink varsa ben her zaman iki kere düşünürüm. Ruslar Van Der Sar'ın kalesini grup maçlarından daha fazla yoklayacaktır burası kesin ama kendi savunmaları kaç kere yoklanır, maçın da kilidi burada zaten.

Bugün işyerinde Hollandalı dostlara sordum. "Hiddink çıkıp sizi elerse ne yaparsınız, ülkeye almazsınız herhalde?". "Alakası yok, yine seviniriz" dediler. Tabi dıştan böyle konuşuyorlar ama hepsinin gece uyurken rüyasında gördüğü bir tek şey var. Viyana'daki finalde Almanya ile oynamak. Şu anda Almanya'yı, Almanlardan sonra en çok destekleyen taraftarlar Hollandalılardır. Alman milli takımından nefret eden Hollandalılar. Sadece finalde karşılaşabileceklerinden oraya kadar gelebilmeleri için. Ezeli rekabet nelere gebe.

EV SAHİBİ, MÜLK SAHİBİ, NERDE FUTBOLUN SAHİBİ?



Tamam Avusturya oyun açısından o kadar da kötü değildi ama yine de İsviçre ile beraber çok net biçimde turnuvada oynamayı hak eden 2 iyi takımın önünü, ev sahibi takım kontenjanı yüzünden tıkadıklarını bize gösterdiler. İsviçre'nin kazandığı son maçta Portekiz'in herhangi bir iddiası olsa idi çıkacak sonucu biliyoruz. Ev sahiplerinin galip gelemeden kapadıkları bir turnuva olacaktı. Hatta toplam 1 puan aldıkları. Toplam 4 gol attı bu 2 takım. 3 gol Hakan Yakın'dan, 1 gol 38 yaşındaki Ivica Vastic'ten. Bu 2 takımın yerine, örneğin finallere gitmeyi son anda elinden kaçıran İskoçya ve İngiltere turnuvaya büyük renk katabilirdi. Avrupa Şampiyonaları tarihinin en kötü ev sahibi performansı bundan önce Belçika'ya aitti. 2000 yılında Hollanda ile düzenledikleri turnuvada grup müsabakalarında sadece 1 galibiyet alarak elendiler. Bu unvan şimdi Avusturya'ya geçti. 3 maç, 1 puan, 1 gol. Ne ilginçtir ki ev sahiplerinin nal topladığı iki Avrupa Şampiyonası'nda da 2 ev sahibini mağlup etmişiz. Hatta gruptan çıkma ümitlerini bitiren maçları oynayarak. 2012 Ukrayna ve Polonya'da. Yine normalde grup müsabakalarına katılsalar, finaller vizesi alması şüpheli 2 takım. UEFA bu geleneğini bir kenara bıraksa diyorum. İlla futbolu bu ülkelerde sevdirmeyi düşünüyorlarsa 2016'yı Malta-San Marino ortak düzenlesin, renk olur.

17 Haziran 2008 Salı

HAFTANIN MENÜSÜ - 11





















1 - Judas Priest - Pestilence and plague

2 - Judas Priest - Prophecy

3 - Joe Satriani - Revelation

4 - Judas Priest - Alone

5 - Judas Priest - Persecution


by Barad-dur

16 Haziran 2008 Pazartesi

FCKFC





FC Copenhagen takımının resmi taraftar grubu. Daha önce Danimarka'nın en önemli taraftar gruplarından olan "Brondby Support"dan bahsettiğimiz yazıda, grubun Brondby'nin ezeli rakibi olan FC Copenhagen takımının fanlarıyla arasında çekişme olduğunu yazmıştık. Bu 2 takımın maçları Danimarka'da "New Firm" olarak biliniyor. Sıra çekişmenin diğer tarafını incelemeye geldi. FC Copenhagen F.C. København Fan Club yani FCKFC ve Urban Crew'in onlara yardımcı olan 3 taraftar grubu. FCKFC Kopenhag kulübünün resmi taraftar grubu. 20.000 civarında üyeleri bulunuyor ve bu Danimarka taraftar grupları arasındaki en büyük rakam. 1991 yılında kurulan grup bu sene 17. yaşını kutlayacak. Bizde de çok yaygın olan bir sloganları var "Success is temporary, loyalty is forever". Tipik bir "başarılar gelir geçer, biz hep yanındayız" felsefesi. Grubun son hadisesi 8 Mart 2008'deki kupa maçında yerel liglerde mücadele eden Næstved takımıyla oynanan Danimarka Kupası maçında, iki takım taraftarlarını ayıran tel örgüleri yıkıp, güvenlik görevlilerini tartaklayıp, hızını alamayıp Næstved taraftarlarına da sopa çeken elemanlarıyla yaşandı. Bunun dışında Kopenhag derbisinde (New Firm) her maçta ortalama 500 kadar tutuklama meydana geliyor.





FCKFC dışında Kopenhag kulübünün resmi olarak tanımadığı 3 taraftar grubu daha var. Urban Crew, Copenhagen Cooligans and Copenhagen Casuals. Toplamdaki 4 grup Türk insanı için önemli hatıraların bulunduğu 34,000 kişilik Parken Stadı'nın kale arkasına konuşlanmış şekilde yıllardır faaliyetlerini sürdürüyorlar. Takım maçlarını ortalama 25.000 seyirciye oynuyor.


BACK TO THE FUTURE TRILOGY




Geçenlerde "Neşeli Günler" için "ne zaman neresinden yakalasanız oturup sonuna kadar izlediğiniz filmler" vardır derken bahsetmiştim. Bu tür filmlerin kralıdır Geleceğe Dönüş. Bıktırmaz kendisinden kesinlikle. Abartmıyorum üçlemenin her birini parça parça en 20 kere izlemişimdir. Benim için dünya sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi 10 filminden birisidir bu üçleme. Bunun sebebi bambaşka bir şeydir aslında. Film sinematografi açısından kusursuz değildir, senaryo bazı net mantık hataları içerir (örneğin birinci filmin sonunda Marty McFly 1985'e geri döndüğünde, zengin olan anne babasının, gençliklerinde gitar çalan çocuğun Marty McFly olduğundan hiç bahsetmemesi gibi), büyük bir yönetmenlik sanatı belki yoktur ama sizi koltuğunuzdan çıkarıp filmin ta içine çeken bir havası vardır işte. Uçan kaykaylar, rock müzik, enfes Emmet Brown kompozisyonu ile Christopher Lloyd, "korkak tavuk" meselesi, egzantrik araba DeLorean, üçüncü filmdeki western teması, Nike giyen Clint Eastwood isimli bir kovboy, 3 filmde de kötü adamı farklı yüzlerle canlandıran Thomas F. Wilson'ın Biff Tannen karakteri, efsane Johnny B.Goode performansi, Alan Silvestri'nin enfes tema müziği ve Huey Lewis and The News'den 80'leri yansıtan iki bomba gibi parça, "Power Of Love" ve "Back In Time" ve daha onlarca unsur. Bu filmi efsane yapan budur işte. Atilla Dorsay denen yılların sinema eleştirmeni, bu film serisine kendi kitabında 5 üzerinden 2 yıldız vererek beyninin içinde dolaşan örümcekler hakkında ortada şüphe bırakmamıştır. Bu filme kötü diyen taş olur.

Bu arada belirtelim 2015 yılında geçen ikinci filmde gördüğümüz kendi kendine bağlanan ayakkabılar, kuruyan elbiseler ve uçan kaykaylar için 7 sene kaldı. Duyurulur.

JOHANN CRUYFF BOŞTA



Aslında bu yazı Galatasaray'ın transfer dedikoduları sebebiyle yazılıyor ama tüm takımlarımız için geçerli. Türkiye'de, özellikle büyük futbol kulüplerimizin yıllardır çözemediği bir hastalık var. Yerinde futbolcu transferi. Bunu son 20 yıldır Türkiye'de istikrarlı olarak başarmış Gençlerbirliği dışında bir kulüp yok. İstanbul'un 3 büyük kulübü hatta Trabzonspor'u da aralarına katarsak, son 20 yılda "nokta transfer" olarak nitelendirdiğimiz, topu topu 10-15 oyuncuyu kadrolarına kattılar, sokağa saçılan milyon dolarların hesabı ise bu blogun veri tabanını aşar. Özellikle son yıllarda kulüp başkanlığının ve transfer yetkisinin futbol bilgisi son derece sınırlı, kendi şöhretlerini artırmak isteyen isimlerin eline geçmesi ile kulüpler birçok kurnaz futbolcu menajerinin kurbanı oldular. Bu sürecin en zarar verici yanı, artık hedefi kalmamış, emekliliğine 1-2 yıl kalmış, 33 yaş ve üstü futbolculara teklif götürülmesi ve milyon dolarların sokağa atılması. Son örneği Roberto Carlos oldu bu sürecin. Kendisine ödenen paranın hesabı hakkında herkesin bir fikri vardır. Ama alınan performans? 23 yaşındaki Gökhan Gönül ise Gençlerbirliği Oftaş'tan transfer edildi (aslında bonservisi Gençlerbirliği'ne ait olarak). Gösterdiği performans? Galatasaray için Crespo ve Simic'in isimleri geçiyor. Her sene olduğu gibi. Bu 2 oyuncu da 33 yaşında şu anda.

Türk kulüplerinin yıllardır çözemedikleri bu "scout" mekanizmasını ne zaman dirilteceklerini merak ediyoruz. Bunu tamamiyle değil, bir nebze yapabilen İlhan Cavcav'ın bu sayede kulübe kazandırdığı paralar ortadayken hem de. Gençlerbirliği son 15 yıldır periyodik olarak bazı bölgelere yoğunlaştı. Önce Afrika'dan birçok futbolcuyu genç yaşta Ankara'ya getirdiler. Sonra rotayı Kuzey Avrupa ve Belçika'ya çevirdiler. Şimdi de Avustralya'ya. Geçen sene başı takıma transfer edilen Nick Carle, Cavcav'ın açıklamasına göre Bülent Korkmaz'ın kişisel tercihleri sebebi ile devre arasında takımdan gönderildi ama son derece yerinde bir transferdi. Gençlerbirliği şimdi de Bruce Djite'yi transfer etti. Adelaide United'da oynayan ve Avustralya 19 yaş altı, 21 yaş altı ve A milli takımlarında oynamış 21 yaşındaki "panter" lakaplı golcüyü.

İşin ilginç yanı bu sistem kulüpler tarafından hiç uygulanmamış değil. Galatasaray'ın önünde Adrian Ilie, Iulian Filipescu ve Franck Ribery gibi örnekler var. Ilie Galatasaray'a geldiğinde 22, Filipescu 23, Ribery 22 yaşındaydı. Bu futbolcuların ilk ikisinden önemli paralar kazanıldı. Eğer yönetim hataları olması Ribery'den de kazanılacaktı. Ortada böyle açık örnekler varken neden hala kulübe hiçbir getirisi olmayacak, futbol kariyerlerinin sonuna gelmiş oyuncular her sene transfer gündemlerine alınıp, bütçelere darbe vuruluyor anlaşılır gibi değil. Türk futbolunun, Avrupa Kupaları'nda kulüpler bazında bir yere gelmesi için, futbol cambazlarından ziyade, sistemli takımlara, görev adamlarına ihtiyaçları olduğu çok açık. Bu tür oyuncular, disiplinli futbol ekollerinin liglerinde yer alıyor. Örneğin yıllardır golcü veya defansın göbeğine oyuncu arayan Türk takımları neden İtalya Serie B takımlarından, İsveç veya Norveç Ligi'nden ya da kanat oyuncusu ve savunucusu arayan takımlar neden İskoç Ligi'nden, İngiltere Championship Ligi'nden oyuncu transferlerine kalkışmazlar kendime sorar dururum. Bu liglerde maliyeti az, genç yüzlerce futbolcu var. Örneğin Hollanda'daki bir çok orta çaplı kulüp İskandinavya'dan az maliyetle transfer ettiği futbolcuları satarak kalkındılar. Bu yola başvurmak kulüplerin çapını küçültmüyor. Tam aksine onların bütçelerini rayına oturtuyor. Ancak scout sisteminin kurulması, titiz bir çalışmayı gerektiriyor. Doğru isimlerin bulunması, araştırma süreci, futbolcu avcılarının doğru ülkelere istihdam edilmesi gibi. Bu zahmetli bir süreç. Doğal olarak da, kimsenin yüzüne bakmadığı, yaşı geçgin, ismi büyük ama futbola vereceği isimleri transfer etmek daha kestirme yol olarak görülüyor. Ancak bu kestirme yol yıllardır kulüplerin belinin maddi olarak bükülmesine yol açtı. Galatasaray belki de ikinci Fatih Terim döneminde saçtığı paralar yüzünden Ribery'nin aylık maaşını ödeyemedi ve 30 milyon euroluk bir kaynak bedavaya elinden uçup gitti.

Ortada böyle bir tablo varken, halen kulüplerin aynı hataları yıllardır tekrarlamasına akıl sır erdirmek mümkün değil.

15 Haziran 2008 Pazar

ZÜĞÜRT AĞA



İsviçre maçından sonra yazmıştık ya hani, "hiçbirşeyimizle bu turnuvaya uymuyoruz" diye. Bugün sadece turnuvaya değil dünya futbolu denen literatürün zerresine uymadığımızı da kanıtladık. Bir ikinci gol yedik, bu golü Solomon Adaları yemiyor artık. Bir oyuncumuz sakatlanıp kenara geliyor, o oyuncunun olduğu yeri kimse doldurmuyor, kenardan tek bir kimse, "biriniz kendini yere atsın, Emre Aşık girene kadar kıvransın zaman kazansın" da demiyor, zaten kenardakini duyan yok. Terim'in 4 defa üstüste Sabri'ye sesini duyurmaya çalışmasını çok iyi hatırlıyorum. Ama o takım Avrupa'yı bırakın dünyanın en disiplinli, tabir-i caizse "kemik" ekollerinden birine karşı (tamam Cech'in de biraz yardımı ile ama) 2-0'dan maç çeviriyor. İlk amatörlüğü yapacak takım artık dünyada kalmadı, ikinci mucizeyi yaratacak da. Kısacası 1990'da Kamerun ne ise, 2008'de de Türkiye odur benim için. Her an her şeyi yapabilecek bir üçüncü dünya ülkesinin takımı. Bir nevi Züğürt Ağa. Doğru dürüst, tam yaptığı hiçbir şeyi yok ama Avrupa'nın en büyük 8 takımından biri.

Hala çözülecek sorunlarımız yok mu? Tonla. Tuncay Şanlı hiçbir şey yapmadan üçüncü maçını geçirdi. Eldivenleri aldığında artık ne olacağını bildiğinden midir bilinmez, Tanrı'ya dua ediyordu. Jan Koller. Eğer bu maçı kaybetseydik ilk yarısını Koller Cumhuriyeti ile oynayarak kaybedecektik. Çek Cumhuriyeti'nin 10 futbolcusu topu ayağına aldığında kafasını kaldırıyor ve Koller sahanın hangi tarafında ise topu oraya fırlatıyordu, bu taktikle oynayan bir takıma mağlup olacaktık. Hala defans oyuncularımız oyun kuramıyor. Sıkıştıklarında yaptıkları tek şey uzun vurmak, o topları alacak uzunumuz da yok.

İyi yönlerimiz yok mu? Var tabi, onların üstüne gitmek lazım. Kazım-Sabri-Arda-Hamit dörtlüsü ikinci yarı Çeklerin iki kanadını da felç ettiler, dikkat ettiniz mi bilmiyorum, çeklerin ikinci yarı sol kanattan tek bir atakları bile yok. Hücum gücü ağır aksak oynar halde bile catenaccio'ya 2-0'dan maç çevirmek kolay değil. "Catenaccio" dememin sebebi şu: Çeklerin defansındaki 4 oyuncu da Serie A'nın kalburüstü takımlarında forma giyiyordu (Rozehnal Lazio'da, Jankulovski Milan'da, Ujfalusi Fiorentina'da, Grygera Juventus'ta). Yani düpedüz bir İtalyan defansı vardı karşımızda. Muhteşeme yakın oynayan Rozehnal'a rağmen kazandık. ve....Hamit Altıntop.... "Ben orta sahada, forvetin arkasında oynarsam maçın kaderini değiştirebilirim" diye bağırdı resmen üçüncü goldeki pası ile. Terim'in duymuş olmasını diliyoruz.

Avukat Bilic'in takımının karşısındayız. Turnuvanın en egzantrik takımı, en egzantrik hocalarından birinin karşısında. Terim bundan 12 yıl önce Bilic'in defansın göbeğinde oynadığı Hırvatistan'a kaybederek Avrupa Şampiyonası yolculuğuna başlamıştı. Şimdi yollar tekrar kesişti. Korktuğum Volkan'ın değil Aurelio'nun yokluğu, zira tek başına Aurelio bir yere kadar idare edebiliyor ama tek başına Topal ne kadar idare eder, onu göreceğiz.

FLYING DUTCHMAN'IN SEYİR DEFTERİ-10



David Trezeguet kariyerine Avrupa dışında başlayıp milli takımıyla bir Avrupa Şampiyonluğu kazanmış, dünya tarihindeki tek futbolcudur. Eski Arjantinli futbolcu Jorge Trezeguet'nin oğlu olan David, 1977'de Fransa'da doğmuş ancak futbol kariyerine Arjantin'in Club Atlético Platense takımında başlamış ve 1995 yılında Monaco'ya transfer olmuştur. Bu unvana bu sene ortak olma ihtimali olan tek futbolcu Arjantin asıllı İtalyan futbolcu Mauro Camoranesi'dir. Camoranesi futbol hayatına Meksika'nın Club Santos Laguna takımında başlamıştır. Ancak bu seneki İtalya performansı Trezeguet'nin unvanına ortak olamayacağını gösteriyor.

Seyir defteri.

DAVIDE PETRUCCI



Manchester United'ın genç İtalyan golcülerine olan merakı sürüyor. Şu an Villarreal forması giyen Giuseppe Rossi 17 yaşında Old Trafford'a gelmişti. Bu akımın en son öncüsü Lazio'dan transfer Federico Macheda Ağustos'ta 17 yaşına giriyor. Zinciri devam ettiriyor United. İtalyan futbolunun yeni Totti'si olarak bilinen 16 yaşındaki Davide Petrucci'yi kadrolarına katmışlar. Tabi bu gençleri yaşadıkları ülkeden daha kolej çağlarında kopup gelmeye ikna etmek için bir nevi Sermet Şükür modeline başvurmanız lazım. Yani önce babayı ikna edeceksiniz. Sir Alex bu işleri iyi bilir. Anında Baba Stefano Petrucci'ye bir bahçıvanlık işi ayarlamış kulüpte. Davide yılda 95.000 pound kazanacak ve tabi ki İtalya'ya gidiş-geliş uçak biletleri şirketten. Roma da bu yeteneği kaybetmek karşılığında United'a hiç yük olmayacak bir 200.000 poundla yetinmek zorunda kalacak. Roma'nın yerel basınından Il Romanista yaygarayı koparmış tabi, "burnumuzun dibinden, son 3-4 yıldır Roma altyapısından çıkan en büyük yeteneği aldılar" diye.

13 Haziran 2008 Cuma

ORANJE!!!!!



Malouda'ya birileri "adam tutmak" deyimini anlatırken mecazi anlamını değil gerçek kelime anlamını anlatmış büyük bir ihtimal. Zira Fransız oyuncu ilk golün sahibi Kuyt kafayı vurmadan önce topa bakmıyor Hollandalı'yı düpedüz formasından tutuyordu. Zaten Kuyt kafayı vurduğunda da hala Malouda'nın elleri formasındaydı.

Hollanda'nın rakip takımları paradoksa götüren ve onlara ters gelen bir taktiği var. Maç başladığı anda Nistelrooy'un arkasındaki üçlü o kadar büyük bir tehdit oluşturuyor ki rakip takım ister istemez geriye yaslanmak zorunda kalıyor. Bu yüzden hücuma nadiren çıkıyorlar, ama böyle olunca Hollanda'nın aradığı golü bulması gecikmiyor. Bu sefer rakip açılmaya başlıyor ama aynı üçlü bu sefer de kontratak tehditi oluşturuyor. Yani ne maçın başında, ne ortasında ne sonunda her şeyi bırakıp hücuma gitmeyi imkansızlaştıracak bir takıma karşı oynuyorsunuz. Zira İtalya bunu ilk maçta durum 3-0 iken denedi. Van Persie ve Afellay tek başına gol pozisyonları yakaladılar. Tabi rakip takımı kendi sahasına hapseden Hollanda'nın diğer takımlarda olmayan bir artısı daha var. Defansını oluşturan 4 oyuncudan Ooijer, Van Bronckhorst ve Mathijsen teknik kapasitesi son derece yüksek, aynen bir orta saha oyuncusu gibi gerektiğinde rakibine çalımı basabilecek, ayağına hakim oyuncular, yani Hollanda atak yapmaek için topu o üçlüye vermek zorunda değil. Defansından başlatabiliyor. O hattın en teknik kapasite açısından zayıf adamı Boulahrouz bile ileri çıkıp ayağında top tutup, gollük paslar atabiliyor ki ilaveten bugün inanılmaz oynadı. Dünün kasabı bugün "Boula Boula Boulahrouz" tezahüratlarına tabi tutuldu. Yani bir nevi 1970 ve 1982 Brezilyasının minyatürü bir takım izliyoruz....ve tabi 2 tane as oyuncusunu çıkarıp yerine aldığı 2 adamdan bir tanesinin 1 gol 1 asist, diğerinin de 1 gol attığı bir takımdan bahsediyoruz. Son Dünya Kupası'nın iki finalistine toplam 7 gol atmış bir takımdan ve korkunç hücum gücüyle, çift defansif orta sahadan tek defansif orta sahaya dönmesine rağmen gücünden hiçbir şey kaybetmeyen bir takımdan.

Bu grup çok ilginç oldu, zira Hollanda çeyrek finali değil, liderliği garantiledi. Son maçta kendileri için değil, İtalya ve Fransa gibi 2 takımı gruptan çıkarmamak için oynayacaklar. Bu yüzden muhtemel bir Romanya galibiyeti bekleyebiliriz. Zira ne olursa olsun Van Basten ilerleyen turlarda karşısında bir İtalya veya Fransa görmek yerine bir Romanya görmeyi tercih edecektir.

Hollanda'da her yerde çığlıklar yükseliyor şu dakikalarda, artık insanlar dayanamayıp sokağa fırladı. Havai fişekler patlıyor. Portakalların hesap kapatacağı Portekiz ve Almanya kaldı. Şu bir gerçek, turnuva öncesi şans vermediğimiz Hollanda açık ara şampiyonluk adayı. İlk golden hemen sonra çatımızın üstünden geçen balonla bitirelim.

WAHLBERG'DEN AYAR



Mark Wahlberg Hollywood'un önemli karakter oyuncularındandır. Başrolde olduğu filmlerde bile hiçbir zaman rol çalmaz, genelde karakterini canlandırır ve bunu da o rolü sonuna kadar bürünerek yapar. Fear, Boogie Nights, Planet Of The Apes, Three Kings, Perfect Storm hep belli bir çizgiyi tutturduğu filmlerdendir. Belli ki son karşımıza çıktığı Departed'daki enfes Dignam kompozisyonunu direk alıp normal hayatına da adapte etmiş. Hadise şu. David Beckham ve karısı İskeletor Beckham Wahlberg'in Los Angeles'ta yaşadığı sokağın sonuna yerleşmişler. Tabi yanlarında da bir dolu paparazziyi getirerek. Wahlberg de bunun üzerine 24 saat evinin etrafında konuşlanan gazeteci ordusundan bıkmış ve Beckham'a saydırarak "tası tarağı toplayıp İngiltere'ye geri gitsin" demiş. Aslında tam sözleri "That f**ker lives down the street from me, man! He has to go back to the U.K. because he has the paparazzi all over my house!" şeklinde, artık siz kendinize göre çevirirsiniz. Zaten Tom Cruise bu ikisini Scientology tarikatına çekmeye çalıştığından beri iyice itici olmuşlardı. Wahlberg'in ağzına sağlık ayarı vermiş. Ayarlarından bir demetle bitirelim.