30 Ağustos 2008 Cumartesi

GİTTİK GÖRDÜK YEDİK











5 tane hem de. Sezonu bereketli açtık. 1 sene önce birisi gelip bana "Avrupa'da bir takımın kombinesini alacaksın ama maçı yarıda bırakıp çıkacaksın" dese kovalardım. Bunu da gördük. 88'de durum 5-0 iken çıktım staddan. Bir uğultu koptu. "6'yı yedik" dedim içimden ve düşündüm "bu bünye bir 6-0'ı daha kaldırır mı?" diye. Eve gelince öğrendim neyse ki biz atmışız. PSV 5-1 mağlup etti FC Utrecht'i. 42. dakikada durum 0-0, 48. dakikada 0-4'tü. 6 dakikada 4 gol yedik. İkinci yarı başladığında taraftarlar biraz gazlamaya çalıştı ama Afellay 25 metreden topu tavana çivileyince insanlar bira içmeye ve her pasa oley çektirmeye başladılar. Sezonun ilk maçında kendi evinde 20 dakikada 5 tane yiyince zaten joint içmiş kafalar yerinde durmadı tabi. Önümüzdeki haftalara bakacağız.

Bir parantez açmak istiyorum bir oyuncu hakkında. Leroy George. Çok açık konuşuyorum, iddialıyım, ömrümde gördüğüm en kötü futbolcular listesine ilk üçten girer. 2 senedir izliyorum. Her maç onbirde. Mircea Lucescu'nun manevi evladı Bülent Akın hesabı. Şöyle betimleyeyim. Osvaldo Nartallo yanında Messi, Dominiwue Iorfa yanında Drogba, Cihan Haspolatlı maeströ gibi olurlar. Yine abartmıyorum. Bugüne kadar çıplak gözle 5 maçını izledim. Bu 450 dakikada henüz bir adam geçtiğini (kendisi bir forvet), bir maçta 3'ten fazla isabetli pas yaptığını, kaleye şut çektiğini, atak kestiğini görmedim. Böyle bir oyuncuyu izlediğim için çok şanslıyım. Sizlerin de izlemesini isterdim.

29 Ağustos 2008 Cuma

MİLLİYET TAKTİK







Geçtiğimiz sezonun son 4-5 haftasında dahil olduğumuz Milliyet Taktik ekibinde bir aksilik veya mani olmazsa bu sene devam ediyoruz. 2008-09 sezonu boyunca Hollanda Ligi ile ilgili yazı ve tahminleri bugünden itibaren her cuma (ve Eredivisie'nin hafta içi devam ettiği günlerde hafta içi) Taktik gazetesinde bulabilirsiniz.

Tabi, tahminlerle birilerinin sol avucunu kaşımasına yardımcı olursak İstanbul'a geldiğimde sanırız aç kalmayız.

Herkese iyi tatiller.

BLUE AND WHITE BRIGADE
































Avustralya Ligi'nde mücadele eden Melbourne Victory takımının taraftar grubu. Bugüne kadar Amerika, Avrupa, Asya ve Afrika kıtasında yer alan tribün gruplarından bahsetmiş ama uzak kıtaya değinmemiştik. "Blue and White Brigade (BWB)" grubunu seçmemizin nedeni bir tesadüf değil, sadece A Lig'in değil tüm Avustralya ve Okyanusya bölgesinin en ünlü tribün grubu durumundalar. Kuruluş tarihleri 2005 kışı. Zaten dördüncü yılını yaşayan bir lig için bu olağanüstü bir durum değil. Ancak 2 yıl içinde Avustralya'nın, hem maçlara rağbet açısından hem de staddaki yarattıkları atmosfer açısından lideri olmayı başardılar. Kurulduklarında ligin seyirci ortalaması açısından lideri 16.000 ile Sydney FC'nindi. Son 2 sezon Melbourne Victory'nin Telstra Dome Stadı ortalama 27.000 kişiye oynadı ve bu unvanı açık ara ele geçirdiler. Takım bu dönemde 2006-07 sezonunda lig şampiyonu oldu. Taraftarlar sadece Avustralya'daki değil Asya Şampiyonlar Ligi'ndeki maçlarda da deplasmanlarda takımı yalnız bırakmıyorlar. Tabi bunun için okyanusu geçerek Asya Kıtası'na gitmek zorunda oldukları hesaba katılırsa, takımlarına olan bağlılıkları biraz anlaşılabilir.




































Her grubun olduğu gibi BWB'nin de bazı ilkeleri var. Grup üyelerinin maçlara % 100 katılımı, tribün liderine saygı ve futbolun ruhuna aykırı bir hareketten kaçınma ve bunlara ilaveten futbolun pazarlama kısmına hiçbir zaman bulaşmama ve tüm bir stadı kontrol eden bir tür cuntaya dönüşmeme. Telstra Dome'un kuzey tribününün alt katı genelde onların oluyor. Grup takımlarının şampiyon olduğu 2006-07 sezonunun final maçı Adelaide United karşılaşmasında yaptıkları organizasyonlar ve tanıtımlarla tribünlere 55.436 kişiyi çekmeyi başardı ki bu şu ana kadar Avustralya Kıtası'nda herhangi yerel birm açtaki seyirci rekoru. Bir önceki rekorun sahibi Sydney FC'nin Melbourne Victory'nin ezeli rakibi olması da bunun önemini artırıyor.

Grubun "Independent" adında düzenli olarak çıkan ve internet üzerinden yayınlanan bir de fanzini bulunuyor.



















TÜRK FUTBOLUNUN EFSANE KADROLARI 8/10: GÖZTEPE 1965-70



















Serinin 6. halkasında incelediğimiz Eskişehirspor, 1969-73 yılları arasında Türkiye Ligi'nde fırtına gibi eserken batısında kalan, İzmir adlı bir şehrin sarı kırmızılı bir takımı Galatasaray'ın 2000 yılında kaldıracağı UEFA Kupası için sarı kırmızı rengi Avrupa'ya ezberletmeye başlamıştı bile. Göztepe Spor Kulübü. İzmir ekibinin 1968-70 yıllarındaki Avrupa performansını bugün Türk futbol tarihinde gerçekleştiren tek takım var o da Galatasaray (1999-2000 ve 2000-2001 sezonları).



1963-64 sezonunda ligi beşinci sırada bitiren Göztepe o zamanki adıyla Fuar Şehirleri Kupası olan UEFA Kupası'na katılmaya hak kazanır. İlk turda Romanya'nın Petrolul Ploieşti takımına elenir. 1964-65 sezonunda ligdeki pozisyonunu 1 sıra üste taşırlar. 3 büyüğün ardından dördüncü. sırayı alarak aynı kupaya bir kez daha katılma hakkını elde ederler. Bu sefer performansı bir basamak yukarı taşırlar ve 2. tura yükselirler. Alman 1860 Münih kendi evileride 9-1 mağlup ederek eler Göztepe'yi. Ama bu skor Göztepe için içinden ders çıkarılacak bir mağlubiyet olur sadece. Bunu ilerideki yıllar gösterecektir. 1965-66 sezonunda beşinci sırayı alır takım. Yine aynı kupa, yine hüsran. İlk turda İtalyan Bologna'ya elenirler. 1966-67 sezonu. Ligde yine 1 sıra üste çıkar Göztepe ve yine 3 büyüğün ardında 4. sırada bitirir. Fuar Şehirleri Kupası yolu gözükmüştür izleyen sene yine. Ama bu sefer işler farklıdır. Bir fırtınanın geleceğinin sinyali verilir, ilk turda Belçika'nın Antwerp, 2. turda İspanyol devi Atlético Madrid'i kupanın dışına iterler ama 3. turda Yugoslavya'nın FK Vojvodina takımına elenirler. 1967-68 sezonunda içerde yerlerini kaybetmezler. Yine dördüncülük, ve izleyen sezon Avrupa'da yaptıkları devrim. Yine bir dev Olympique Marsilya'yı eleyerek çıkarlar yola. İkinci turda Romen Argeş Piteşti'yi kupanın dışına iter, üçüncü turda OFK Belgrad'ı. .eyrek finalde Hamburg karşısında hükmen tur atlarlar. Yarı final....Bir türk takımının Avrupa'da yükseldiği en yüksek seviyedir o güne kadar. İlginç olan bugün futbol dünyasında esamesi okunmayan Macar Ujpest onları eler. Newcastle United kupayı müzesine götürür. Avrupa'daki bu maraton onların 1968-69 sezonunda ligi yedinci sırada bitirmelerine neden olur. Ama Türkiye Kupası'nı kazanırlar. Bu Avrupa Kupa Galipleri Kupası demektir. 1969-70 yılında bu kupada da önce US Luxembourg'u, sonra John Benjamin Toshack'lı Cardiff City'i elerler ama Roma'ya elenerek çeyrek finalde kalırlar.

Bu yazdıklarımızın özeti şu demektir. Göztepe 1963-68 yılları arasındaki 5 sezonda hiçbir zaman beşincilikten aşağı düşmemiş ve 1968-69 ve 1969-70 sezonlarında Türkiye Kupası'nı müzesine götürmüş ve üstüste 6 sezon boyunca Avrupa Kupaları'nda mücadele etmiştir.Bu Avrupa rekoruna bugün Türk futbolunun 4 büyüğü bile zor ulaşıyor. Üstelik bu başarıyı tamamen türk oyuncularla mücadele ederek gerçekleştirmiştir. 1967-68 sezonunda bu efsane kadronun forveti "Buldozer" lakaplı Fevzi Zemzem 19 golle ligi gol kralı olarak bitirmiştir.





















O yıllarda mücadele eden Göztepe'nin efsane kadrosundan alıntı yapalım. 1968-69 UEFA Kupası'nda yarı final yolculuğunun başladığı İzmir'deki Marsilya maçının kadrosu. Bu kadronun başında yer alan efsane isim Adnan Süvari İngiltere'de öğrenim görmüş, tam 6 dil konuşabilen bir istikrar sembolü olarak Türk futbolunda yer etmiştir. Nitekim 1961 yılında geldiği teknik direktörlük görevinde 12 sene kalarak, aynen Sir Alex Ferguson gibi ilk senelerinde kötü sonuçlar almasına rağmen daha sonraları bir efsane yaratmıştır. Yukarıdaki oyuncuların bir çoğu Göztepe tarihinin en önemli isimlerinden, futbolcu avcısı Abbas Göçmen tarafından tüm Anadolu'nun taranmasıyla Türk futboluna kazandırılmıştır.

Ali Artuner-(Küçük) Mehmet Işıkal-Çağlayan Derebaşı-Hüseyin Yazıcı-(Büyük) Mehmet Aydın-Ali İhsan Okçuoğlu-Ertan Öznur-Nihat Yayöz- "Buldozer" Fevzi Zemzem-Gürsel Aksel- "Bombacı" Halil Kiraz

Böyle bir efsanenin sadece 1 sene önce amatör ligde mücadele etmesi. Tarihin en büyük çöküş hikayelerinden birisidir Göztepe'nin hikayesi. Geçtiğimiz yıl gruplarından çıkarak 3. Lig'e döndüler. Onlardan hemen sonra Türk futboluna damgasını vuracak Eskişehirspor'un kaderini geri çevirmesi 10 yılı buldu. Bu sezon ancak Türkiye 1. Ligi'ne dönebildiler. Umarız bir diğer efsanenin dönmesi o kadar uzun sürmez. Çünkü efsaneler kolay yaratılmaz. Aynen 17 sene kulübün formasını giyen Nevzat Güzelırmak'ın aşağıdaki sözleri gibi.

“Büyük paralar karşılığında başka takıma gitmeyi kimse düşünmedi. Ogün arkadaşlığımız neyse şimdi de o. Şimdi yaşlarımız 50 ile 60 arasında değişiyor. Her ay veya 15 günde bir toplanır, ailece görüşürüz. Bu herhalde Türkiye’nin hiç takımında yoktur. Göztepemizin parçalanmasına hiç bir zaman izin vermedik. Biz kendi arkadaşlığımızı, kendi kulübümüzü sevdik. Eğer, gitseydik onlara ihanet etmiş gibi olurduk. Bu kadroya yazık olurdu. Gürsel gitmemiş, Ali gitmemiş, Halil gitmemiş. Benim gitmem yakışık alır mıydı?”

26 Ağustos 2008 Salı

MERKEZ STÜDYOLARDAYIZ !!!
















Internet bağlantımızdaki servis sağlayıcı değişimi sebebiyle blogu dinlenmeye aldık. 1-2 gün içinde döneceğiz. Bir yere kaybolmayınız. Yayınımız "Yurttan Sesler" programı ve ardından Kamuran Akkor konseri ile devam edecek.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

THIAGO NEVES





















Gueron'dan bahsedip Thiago Neves'ten bahsetmeden duramazdık. 2008 Libertadores Kupası finalinin kazanan tarafının yıldızı vardı da kaybeden tarafının yok muydu? Vardı elbet. Söz konusu kupanın yakında Avrupa'ya göndereceği golcülerin başında geliyor 23 yaşındaki Neves (hoş 30 yaşında gösteriyor ya). Futbola Brezilya ikinci lig ekiplerinden Paraná Clube'de başladı. Geçtiğimiz yıl Rio'ya geldi. Kupanın final mücadelesini uzatmaya götüren isim oldu ve deplasmanda 4-2 kaybettikleri LDU Quito'ya rövanş maçında hat-trick yaparak takımını ayakta tuttu ama penaltılarda kupayı Ekvator temsilcisine verdiler. Kupa boyunca 7 golün altına imza attı Neves. Üstelik bir sol açık olmasına rağmen bu sayı onu eski Fenerbahçe'li Washington'ın önünde takımın en golcü ismi yaptı. Performansı onu milli takıma da taşımış durumda ve Dunga doğal olarak olimpiyat kadrosuna dahil etti kendisini. Ancak cumartesi günü altın madalya sahibi olan Arjantin'in 2-1 kazandığı yarı final maçında kırmızı kart görerek oyun dışı kaldı. Neves 1 kez de A milli takım formasını giymiş durumda.

Brezilyalıyı izlediğiniz zaman aklınıza bir tek şey geliyor. Cristiano Ronaldo. Onun gibi birebirde çok etkili, onun gibi hava toplarına da hakim (boyu 1.82) ve onun gibi ama belki ondan da iyi bir frikikçi ve penaltıcı. Geçtiğimiz yıl Fluminense'nin 4-1 kazandığı Fla-Flu derbisinde Flamengo ağlarını ikisi frikikten olmak üzere 3 kez havalandırarak taraftarların gönlünde hiç kalkmayacağı bir tahta oturdu. 2007 yılında Brezilya'da yılın oyuncusu seçildi. Bu performans onu yeni kıtaya yaklaştırıyor giderek. Atletico Madrid, Everton ve Manchester City çoktan peşine düşmüş durumda. Mark Hughes'un takımının bu yarışta sona yaklaştığı bildiriliyor. Ağustos'un son gününe kalmadan Teves'i adaya götürecek uçak kalkabilir. Avrupa futbolu muazzam bir oyuncuyu izlemek üzere.

PEKİN'DEN HARRAN'A


Çok derin anlamlar içerecek çok emek verilecek bir araştırma değil. Oyunlar devam ederken aklıma geldi bunu yapmak. Madalya sıralamasında ilk 20 ülkeyi aldım. Hepsinin nüfuslarını aldıkları madalya sayısına böldüm. Sonra bir de Türkiye'ye aynı şeyi yaptım. Yani 1 madalyayla kaç kişiyi idare ettiğimizi. Bir başka deyişle 1 madalyanın nüfusun ne kadarından çıktığını. Bunun bir anlamı var mı? Olmayabilir. ...




Ama şunu da söylemek lazım. Listede ilk 20 sırayı alan ülkelerde nüfus/madalya oranı bizden fazla olan 2 ülke var sadece. Çin ve Etiyopya. Bunun sebebi birisinin dünyanın en kalabalık ülkesi olması (nüfusu 1 milyarın çok üstünde) diğerinde de saniyede 6-7 çocuğun dünyaya gelmesi. Sonra biz geliyoruz. Jamaika denen küçük ülke her 250.000 kişi içinden 1 madalya sahibi sporcu çıkarırken biz 9 milyona 1 tane madalya verebiliyoruz. Nüfusu bizden daha az olandan da daha fazla olandan da gerideyiz. Zira nüfusu az olana aldığı madalya yetmiş, fazla olan da fazlalığı oranında madalya kazanmış. ABD 300 milyon ile dünyanın en kalabalık ülkesiyken 110 tane madalya kazanarak bu açığı kapattı zaten. Biz ise tüm doğu bölgesi ovalarla yaylalarla dolu bir ülkeden bir uzun mesafe koşucusu çıkartamadık. İstanbul'un açığındaki 4 adada insanlar bisiklet ile yolculuk ediyorlar bir yerden bir yere. Bir bisiklet derecemiz de yok tarihte. Komik geliyor bu söylenenler belki ama ülkeler böyle şampiyonluk çıkartıyor. Milliyetine hiç bir diyeceğim yok ama bir Afrikalıyı koşturuyoruz. Koşacak tabi ki kendisini bu ülkeye ait hissediyorsa, madalya kazandığı zaman onun kadar seviniyoruz. Ama bu bir gerçeği değiştirmiyor. Ülke insanının bazı sporlara yatkın olmadığına katılmıyorum. Olimpiyatların son gününde Çin tarihinin ilk boks altın madalyasını kazandı. Karşısında da bir Moğol vardı. Çinlilerin vücut yapısı ve kültürü boksa ne kadar yatkın acaba? Onların ne kadar yatkınsa bizim de bisiklete, biniciliğe, kano yarışına o kadar yatkın. Michael Phelps "ortaokul öğretmenim bana büyük bir loser olacaksın demişti, şimdi ona gülüyorum" diyor. Biz acaba kendilerine bu tür şeyler söyleyen, futbol okullarına hafta sonu hobisi olarak gönderdiğimiz çocukları ne kadar teşvik ediyoruz?Bizim sporumuz kilo vermek, hafta sonu hobisi için herhangi bir spor salonuna gitmek ve üst sınıfın tercih ettiği tenisten ibaret. Tenis okuluna giden kaç tane çocuğu alıp destekledik ki?

Yaşadığım yer 10.000 nüfuslu bir site, 1 normal 1 de Olimpik Havuz var sitenin spor merkezinde. Ülkenin her yeri bunlarla dolu, bu yüzden de rahatlıkla bir Inge De Bruijn ve Pieter van den Hoogenband çıkıyor..İncelenirse çok çok farklı yönleri var bu olayın. İnsanlar Hollanda'da çocuklarını daha 3 yaşında mayosunu giydirip evindeki havuza sokuyor, deniz kıyısına götürüyor, buradaki çocuklar kendi düşünceleri ile suyla ilgili sporlara çekicilik duyup başlıyorlar. Bu yüzme olur, kano olur farketmez. Bizde genç kızlarımıza bile mayo giydirip denize götürürken tereddütler var. Beden derslerinin mahiyeti zaten sağa sola dön gibi saçma sapan şeylerden ibaretti bizim zamanımızda. Kim bizim elimizden alıp bu çocukta cevher var dedi ki?

Tanıdığım bir kız arkadaşım vardı ve kız hakikaten iyi bir uzun mesafe koşucusuydu. Kaderi şöyle gelişti, her gencinki gibi. Okul yarışmalarına katıldı, bir sürü derece yaptı, sonra lise bitip üniversiteye gidince orada devam ettiremedi, çünkü lise hocasının iletişime geçeceği muhattap bulbileceği bir kurum bir yetenek avcısı yok bu ülkede. Üniversiteye gidince orada tekrar kendini kanıtlamak zorunda kalıp astı ve uğraşmadı. İstikrarı olmayınca da bugün masa bekleyen bir beyaz yakalı oldu.

Bu ülkede kaç tane tenis okuluna giden kızı elinden tutup "yeni Sharapova" diye üzerine gidiyorlar peki? Yıllar önce NTV'de ATP Tour diye bir program izlemiştim. Amerika'daki tenis okulundaki geleceği parlak gençlerle röportaj yapmışlardı. 3 kızla. 14 yaşındalardı. Birisinin adı Anna Kournikova diğer ikisinin de Serena ve Venüs'tü. Anna sattı davayı kişisel sebeplerle ama 16'sında Wimbledon'da yarı final oynadı, bizim tenis kurslarımız zengin ailelerin kızlarının hafta sonu eğlencesinden ibaret, ders bitince dedikodu yaparak eve gidiyorlar. Zenginliğe bir lafımız yok tabi ki, Sharapova'nın ailesi Rus varoşlarından değil elbette ama, hadise küçükten yetenekleri bulup çıkartmakta. Bu olimpik havuzda olur, deniz kıyısında olur, çayırda futbol oynayan çocukta olur, uzağa taş fırlatan çocukta olur farketmez.

Son olarak Elvan konusu. Evet bir Etiyopya'lı yarışıyor ama kızamıyorum ben ona. Kop çifti rahat yaşasınlar diye ABD'ye onbinlerce dolar aktarılırken bu kız kamyon kasasında antrenmana gidiyordu ayıların cirit attığı ormana. Sevgilisi ile devlet yardımı görmediklerinden kirada oturuyorlardı ta ki TOKİ'den Pendik'te bir ev verilene dek. Toplu Konut İdaresi'nden yani. Kop'lar ABD'de sabah koşusundan başka koşu yapmazken. Kıza biz ne kadar destek olduk ki altın bekliyoruz? Ha alamaz mıydı, alırdı tabi, gümüş almış birisinin altına uzak olması gibi bir durum olamaz zaten. Ama durum bu.

Söz konusu liste ile bitireyim. Usain oyunları bitmiştir herkese hayırlı olsun.

Çin:13.256.930
ABD:3.099.481
Rusya: 1.970.679
İngiltere: 1.297.340
Almanya: 2.004.658
Avustralya: 465.093
Güney Kore: 1.555.612
Japonya: 5.107.600
İtalya: 2.129.260
Fransa: 1.611.828
Ukrayna: 1.705.888
Hollanda: 1.027.812
Jamaika: 246.727
İspanya:2.559.055
Kenya:2.681.285
Belarus: 510.000
Romanya: 2.679.750
Etyopya: 11.317.285
Kanada: 1.853.027
Polonya: 3.811.596

ve

Türkiye: 8.823.282

JEFF MURDOCK ANAYASASI part I


The Sock Gap

Sevişmeden önce çorapların çıkarılması gereken bir kaç saniyelik süredir. Ancak bu konuda çok dikkatli olunmalıdır. Zira çorapların çıkması için en elverişli zaman ayakkabıdan hemen sonra pantolondan öncedir. İşte bu aralık çorap aralığıdır ve eğer uyulmazsa bir anda üzerinde sadece çorapların olduğu çıplak bir erkek olarak kalınabilir. Kendine saygısı olan hiçbir kadın üzerinde sadece çorapları olan çıplak bir adamın kendisiyle seks yapmasına izin vermez.



Jeff Murdock Anayasası

KAPTAN GEMİSİNİ BATIRDI


















Tarih 9 Ağustos Cumartesi: Jurgen Klinsmann, Bayern Münih tarihinin ilk Alman olmayan kaptanı Mark Van Bommel için "Mark bir çok dili konuşabiliyor ve sahadaki oyuncularla iletişim konusunda bir problemi yok, kaptanlık için son derece elverişli bir oyuncu" der.

Tarih 11 Ağustos Pazartesi: Flying Dutchman bu açıklamalara "bana kalsa şişme bota kaptan yapmam bu adamı ama, Klinsmann'ın bileceği iş" şeklinde blogundan cevap verir.

Tarih 23 Ağustos Cumartesi: Mark Van Bommel Bundesliga'nın ikinci haftasındaki Borussia Dortmund maçında takım 1-0 mağlupken ilk önce 20. dakikada rakip oyuncuya öyle bir girer ki Signal Iduna Park'ın çimleri yerinden kalkar, sarıyı görür. 3 dakika sonra rahatsız yapıda olduğundan ekarte etmiş olduğu adamın yanından geçerken kafasının üstüne dirseğini geçirir. Kırmızı kart.

Tarih 25 Ağustos Pazartesi: Van Bommel hala Bayern kaptanıdır.

HULL CITY



















Premier Lig'de bir türlü istikrar sağlayamamış bir dolu oyuncu. Bunların yanında tanınmamış oyuncular topluluğu ve 39 yaşında saçları ağırmış bir adam. Bu takımın başında da en son işinde geçtiğimiz sezonun kötü istatistik rekortmeni Derby County'den 2 yıl önce kovulmuş bir teknik adam. Böyle bir takımın başarılı olma şansı nedir? Polonya Ligi'nde? Portekiz Ligi'nde? Peki İngiltere Premier Ligi'nde? Hull City bu sorunun cevabını veriyor. Hiç de ufak değil. Kadrosunda 34 yaşındaki Nick Barmby, Tottenham Hotspur'un felaket defans oyuncularından Anthony Gardner, Manchester City'de geçen sene 15 maçın üstüne zar zor çıkan Brezilyalı Geovanni, son 4 senede 5 ayrı takımda kiralık olarak oynamış Tony Warner, Gareth Southgate'in Middlesborough'dan gönderdiği Geogre Boateng, 39 yaşında, geçtiğimiz sene attığı golle takımını 104 yıllık tarihinde ilk kez Premier Lig'e yükselten ve milyon poundlara boğan Dean Windass ve bir dolu tanınmamış ve hayatını alt liglerde geçirmiş oyunculardan kurulu bir takım Hull City. Başlarında da kariyerinin ikinci işinde olan ve ilk işinde sadece 7 ay dayanabilmiş ve kapıyı görmüş bir Phil Brown var. Bu takım Premier Lig'in ilk 2 haftasında da büyük işler yapmaya devam ediyor. Belki 2 maç oldu ama henüz yenilmediler. 4 puandalar. Hoffenheim gibi senenin sürprizlerinden olacaklar. Alman kader arkadaşları 2'de 2 yaptı bu hafta.

22 Ağustos 2008 Cuma

ATARİ SALONLARININ EFSANE OYUNLARI : 4/10 SUNSET RIDERS



Serinin dördüncü halkası olarak seçtiğimiz Sunset Riders, salonunun sahibi “doncu Reşat”ın (holdingleşme sürecinde atari salonunun yanına iç çamaşırı satan bir dükkan açtığı için çevre esnafı kendisini böyle çağırırdı.) en sevmediği oyunların başındaydı. Zira tek jeton ile uzun süre oynanabilen, görece zorluk seviyesi düşük bir oyundu.

Müsait bir tesisle dört kişinin beraber oynayabildiği oyunda Steve, Billy, Bob ve Cormano isimli dört farklı karakter vardı. Bob’un gay olduğu yönündeki söylentiler tüm İstanbul ve yurdu etkisi altına almıştı. Çifte revolver ya da otomatik ateş için girdiğimiz pavyondan elde viski şişesi, koynumuzda Suzi ile çıkardık.

Her ne kadar oyunun başında surata patlayan tırmık, sığır sürüsünün üzerinde yapılan türlü cambazlıklar ve patlamak üzere olan dinamiti atmak için şekilden şekle girmelerine rağmen karakterler derhal vahşi koyboy moduna geri dönerlerdi.

Sekiz farklı bölümden en sevdiğim bölümler tren ve Kızılderili bölümleridir. Üçüncü bölümde “saloon”a girip ikiz bombacıları öldürdükten sonra, meşhur Amerikan folklörünü izlemek zorunda kalmak ise biraz sıkıcıdır.

Oyunun sonunda büyük patronu öldürdüğümüzü sanıp makarasını yapmaya başladığımız anda birden büyük patron gömleğin altına sakladığı çelik yeleği çıkartıp tekrar saldırmaya başlar. İkinci muharebenin son vuruşuyla birlikte patronun elindeki gül havaya uçar oyun da biter..


by gorky

DALİ

GAVIOES DA FIEL







































Brezilya'nın Corinthians kulübünün en ünlü taraftar grubu
.İsimleri "Sadakatin Şahinleri" anlamına geliyor. Grup logosunda da zaten bir şahin bulunuyor. Gaviões da Fiel sadece Brezilya ve Güney Amerika'nın değil tüm dünyanın en eski tribün gruplarından bir tanesi. 1 Temmuz 1969 tarihinde bir grup genç Corinthians taraftarı grubu oluşturuyorlar. Grubun ilk toplantıları sokak aralarında, üyelerin evlerinde ve restoranlarda yapılıyor. O ufakadımlardan çıkan grup bugün dünyanın en büyük taraftar organizasyonlarından bir tanesi. Ülkedeki en büyük organize grup. 1974'te toplantılar sokak aralarından daimi bir yapıya alınıyor ve grup resmi bir binaya kavuşuyor. 1976'da grubun başını çektiği 70.000 kişilik taraftar grubunun Brezilya Şampiyonası'nın yarı final ayağında Fluminense karşısına çıkmak için Rio De Janeiro'ya yaptığı çıkartma Guinnes Rekorlar Kitabı tarafından aynı milliyete sahip bir insan grubunun barış zamanındaki en büyük yer değiştirmesi olarak kaydediliyor. 120,000 kişilik Maracana Stadı'ndan galibiyetle dönüyor onbinlerce Corinthians'lı. Grubun başkanlığını bugün Wellington Rocha Junior yürütüyor. Onun başkanlığını yönettiği grup komitesi ayrıca her yıl Sao Paolo karnavalının da organizasyonunda önemli bir rol oynuyor.































Grubun felsefesi 3 önemli yapıtaşından oluşuyor. Sadakat, alçakgönüllülük ve ilerleme. Bu felsefe ışığında grup sadece futbolda değil Corinthians kulübünün faaliyet gösterdiği tüm dallarda başarıya ulaşması için kayıtsız şartsız desteği kendisine görev belirlemiş durumda. Bu kapsamda protesto eylemlerini asla sporculara karşı kullanmıyorlar. Hatta "asla Corinthians forması ile üzgün görünmemek" gibi bir anlayışları var. Bu anlayışla 39 yılı devirmiş durumdalar. Felsefelerini anlatan metinde "stadyumda ekonomik, kişisel ve profesyonel açıdan yaşadığımız kayıplar ne olursa olsun Corinthians devrimini gerçekleştirme amacı ile 40 yılı devirmek üzereyiz" şeklinde bir ibare var. 40 yıl. Ülkemiz bu kadar uzun süreli tribün gruplarını umarız görür.



JOFFRE GUERRON
























2 milyon nüfuslu Ekvator kenti Quito’nun takımı LDU Quito (Liga Deportivo Universitaria Quito) 1,5 ay önce Rio De Janeiro’nun Maracana Stadı’nda onbinlerce Fluminense seyircisi önünde Libertadores Kupası’nı kaldırdığında 23 yaşındaki Joffre “Dinamita” Guerrón’un bunda payı büyüktü. Ekvator’da 4-2 kazandıkları maçın ardından Maracana Stadı’nda normal süresi 3-1 Fluminense’nin üstünlügü ile biten ve statü geregi uzatmalara giden maçta takımına tarihindeki ilk Libertadores Kupası’nı getiren penaltıyı gole çeviren adamdı. Bu aynı zamanda bir Ekvator takımının kupanın 48 yıllık tarihi boyunca kazandığı ilk kupa oldu. Takımının 2007 Ekvator Ligi Şampiyonluğundaki payı da büyüktü. LDU Quito, Güney Amerika’nın en büyüğu olurken rakip filelelere 4 gol bıraktı. Bu performans onu FIFA tarafından verilen kupanın en iyi oyuncusu ödülüne taşıdı aynı zamanda.

Bu formun onu Avrupa kulüplerinden daha fazla uzak tutamayacağı kesindi. Getafe, Libertadores Kupası devam ederken 6 Haziran’da onu kadrosuna kattı. 4 milyon euroya. Onun ayarında ve yaşında bir oyuncu için harika bir rakam. Guerron bu performansla İngiltere’de forma giyiyor olsaydı, bu rakam nereden baksanız 20 milyon pound olurdu. Ayrıca Maxi Lopez, Javier Saviola, Riquelme gibi oyuncuların transfer oldukları büyük İspanya kulüplerinde eski performanslarına bir türlü ulaşamamaları da göz önüne alınırsa seçtiği kulübün de doğru olduğunu düşünüyorum. Geçtiğimiz senenin flaş takımlarından Getafe onun parformansını artırması ve La Liga’ya alışması açısından iyi bir basamak olacaktır. Bu sene Avrupa’nın en çok dikkat çeken genç oyuncularından olacak eminiz.

ŞEYTANIN GÜCÜNE GİDER














Şimdi yukarıdaki resimde sağda yer alan arkadaşla, aşağıda resmi olan arkadaş aynı kişi. Norveçli black metal grubu Gorgoroth'un Kristian Espedal isimli "Gaahl" sahne isimli vokali. Göz aşinalığı olsun diye söylüyorum "Metal: A Headbanger's Journey" filminde elinde şarapla loş bir odada heavy metalle ilgili sorulara gözlerini kısıp "Satan" diye cevap veren ve her türlü kilise kundaklamasını destekliyorum, eylemlerimiz artacak diye nutuklar atan arkadaş. Bana göre Marilyn Manson gibi "poser" familyasından. Norveç medyası yakalamış abimizi. Sol taraftaki hayranı değil, sevgilisi. Norveçli Kristian adında bir model. Alice Cooper'ın aynı belgeselde "bu arkadaşlar sürekli resimlerde bir poz halindeler ama süpermarkette karşılaşınca, "Bay Alice Cooper bir imzanızı alabilir miyim" diye yanınıza geliyorlar, ben de "hani siz satanisttiniz" diye sorunca "ama, şey" diye cevap veriyorlar" şeklinde bir saptaması vardır. Eski topran ne de olsa, çözmüştür adamları. Aynı şeyi benim de sorasım geliyor. Arkadaş hani satanizm, hani milleti sahnede soyup çarmıha germeler, kuzu kafaları koymalar, başından aşağı kan döküp sahneye çıkıp bir karizma abidesi havaları, hani kilise kundaklamalar, hani karamsar intihar edilesi dünya. Modellik şirketinden erkek sevgili edinmişsin kendine. Oldu mu şimdi? Sen yarın "Sen Mutlu Lerzan Mutlu"ya da konuk olarak katılırsın.

NE İŞ OLSA YAPARIM ABİ

















Yine yönetimlere bir gönderme yapacağız ama.....

Galatasaray futbol kulübünün basınla ilgili görevlendirdiği kişi resmi sitesinde Yako Igual olarak görünüyor. Beşiktaş'ta Genel Menajer Sinan Engin'in yanında bir de basın sorumlusu Tuncay Yanık var. Fenerbahçe'de ise Basın Sözcüsü adı altında spesifik bir makam var. Yetkili kişi Nihat Özdemir. Şimdi sormak istiyorum. Bu saydığım isimleri mi daha çok medyadan okuyorsunuz yoksa Aziz Yıldırım, Adnan Polat ve Yıldırım Demirören'i mi? Sinan Engin'i bir kenara ayırıyorum onun maşallahı var. Gelmek istediğim nokta şu, Türkiye'deki kulüp başkanları neden sürekli mikrofonların önündeler? Neden basınla ilişkileri düzenleyecek ve onlarla yetkili kişi olarak konuşacak birisini atamışken onu ezip bu kadar konuşmaya ve başrolde olmaya sevdalılar?

Hollanda'da taraftarların önemli bir bölümü kulüp başkanlarının adını bile bilmiyor. Zira kulüpler bu iş için genelde Genel Menajer veya CEO olarak atadıkları kişiye işi bırakıyorlar. 3 büyük kulübün başkanları son birkaç yıldır kulüplerini AŞ'ye çevirmek için bir çok aksiyon almaya çalışıyorlar. 2,5 sene bizzat şube bankacılığı yaptım, Ben hiç Anonim Şirket sahibinin kalkıp şubeye gelip para çektiğini görmedim. Bu iş için bir insan atanır ve işleri onlar götürürler. Bizde başkanlar, bu kişileri atıyorlar ama sadece isim olarak. Bırakın mikrofonda konuşmayı antrenmanda, transfer görüşmesinde, tribünde bilet kontrolünde, soyunma odasında her yerdeler. Ben hiç Moratti'nin çıkıp Inter'in sitesinden "Inter curvalarının gidişinden sıkıntı duymaktayız, kimse Inter'den büyük değildir" veya Manchester United'ın sitesinden Malcolm Glazer'ın "Aslen City taraftarı olan Edward'ın tribünlerden elini çekmesini istiyoruz" gibisinden açıklamalarını ya da Lyon başkanı Jean Michael Aluas'ın sahaya inip taraftarlara 20:45 çektirdiğini hatırlamıyorum. Başkan denen şey bir ağırlık bir sembol demektir. Bu işi Süleyman Seba çok iyi başarmıştı. Özhan Canaydın'ın yönetimi boyunca yaptığı ender doğru işlerden birisi bu karakteriydi. Ama sonra o da sıcak temasa girmeye karar verdi. Madem kulüpleri böyle yöneteceksiniz boşu boşuna şirketleşme, atılım gibi hesaplarla uğraşıp kurumsallaşmaya çalışmayın. Hepiniz şahıs şirketi yapın takımı. KOBİ olarak devam edin hayatınıza. Adnansaray Spor.

21 Ağustos 2008 Perşembe

EZELİ REKABET-23















Blog okuyucularından Gökay Saher göndermiş. Senede bir kez, Kasım ayında oynanan ve 65.000 kişinin izlediği Yale-Harvard derbisi (bu 2 üniversite eğitim alanında da ezeli bir rekabet de zaten). Biz de bunun bizdeki versiyonunu koyalım. Boğaziçi Sultans.-Hacettepe Red Deers.









Ezeli rekabet

HUGO LLORIS





















Fabien Barthez’den sonra Fransız kalesinin, aslında iyi bir kaleci olan Coupet’ye ragmen emin ellerde olmadığı EURO 2008’de net biçimde görüldü. Hoş Barthez de aman aman bir kaleci olmadı hiçbir zaman ama en azından omuzunda bir Dünya bir Avrupa Şampiyonluğu ve Manchester United’da yaşadığı başarıların apoleti vardı. Yine aynı şekilde Coupet de Lyon kalesini korumadığı zamanlar Lyon’un bocaladığına geçmişte tanık olduk. Fransız kaleci Atletico Madrid’in yolunu tutunca Lyon yöneticileri çareyi tatil beldesi Nice’de buldular.

22 yaşındaki Hugo Lloris bu sene üst üste 7 şampiyonluk yaşamış bir kalecinin eldivenlerini devralacak. Aslında bu görev için gerekli olan yeteneklere sehip görülüyor. Henüz 20 yaşında Nice kalesini teslim aldı ve 2006-07 sezonunda takımının kalesini 37 maçta koruyarak tam 13 maçı gol yemeden bitirmeyi başardı. Nice gibi orta sıralara oynayan bir takım için harika bir rakam. Tabi bu performans Avrupa’nın önde gelen kulüplerini pesine düşürdü. Milan ve Tottenham onu geçtiğimiz sezon Nice’teki son sezonunda takibe aldılar. Ancak o oynama garantisini alabildiği Lyon’u seçti. 8.5 milyon euro gibi bir kaleci için oldukça yüksek sayılabilecek bir bedelle geldi takıma. Bu sene 1 numaralı forma onda olacak. Avrupa futbolunun gelecekteki en iyi kalecilerden birisi ve Fransız milli takımının eldivenlerinin muhtemel sahibi olarak gosteriliyor. Henüz A milli olmadı ama 21 yaş altı ve B milli takımlarında boy gösterdi.

Lloris kısa ve uzun mesafe tanımadan cepheden gelen toplarda inanılmaz refleksleri olan bir kaleci. Tabi bunda henüz 21 yaşında olmasının da etkisi büyük. Özellikle yıllar geçip tecrübe kazandıkça, ki Lyon’un kalesinde Şampiyonlar Ligi’nde bunu kolaylıkla yapacaktır, çok daha iyi olacaktır. Tek bildiğim Casillas’ın Real Madrid’in kalesine ilk geçtiği zamanki halinden çok daha iyi bir kaleciyle karşı karşıya olduğumuz. Bu senenin kesinlikle parlayan yıldızlarından olacaktır. Gelecekte bir Arsene Wenger ve Arsenal yolculuğu yaşayabilir.

HINDSIGHT

























Tabloyu gözünüzde canlandırın. Sevgilinizden ayrılmışsınız, birayla başlayıp, votkayla devam etmişsiniz, dışarıda ağır bir yağmur yağıyor, yapacağınız şey basit. İngiliz doom grubu Anathema'nın en son piyasaya sürdüğü "Hindsight" albümünü alıp dinlemeye başlıyorsunuz. İlk şarkının 3. dakikasında ya kendinize gelirsiniz ya da intihar mektubunu yazmaya başlarsınız. Böyle bir albüm Hindsight. Aslında içinde şarkıların ismi açısından yeni bir şey yok (biri dışında). Sadece bildiğimiz Anathema şarkılarının akustik (zaman zama nda yarı akustik) versiyonları. Anathema'nın en başarılı şarkılarından "Fragile Dreams" ile başlıyor albüm. "Today, I've introduced myself to my old feelings" bölümüyle zaten nasıl bir albüm geldiğini anlıyorsunuz. İlginçtir bu tür albümlerin değerinin sürekli bir kasvet ve bunalım karakterinde olan insanlar tarafından değil de aslında hayattan zevk alan insanlar tarafından değerinin anlaşıldığına inanırım ben. Öbürüne Iron Maiden'ın Running Free'si dinletsen bile ondan bir karamsarlık kapar. Halbuki bu albümü sakin kafayla, hatta yolculukta dinlemek lazım. Evet çok ağır sindirilen ama aynı oranda dinlendirici bir albüm. Mutlaka edinin derim...ve melankoli


Somehow I knew you would leave me this way
Somehow I knew you could never, never stay
And in the early morning light
After a silent peaceful night
You took my heart away
And my being

DERSLERDE UYUMUŞ

























1995-96 sezonunda Alex Ferguson'un transfer yapmadan duble yapan takımı Manchester United'dan bahsetmiştik daha önce. Roy Keane bu takımın bir parçasıydı. Ferguson'un takımı o seneden sonra yerinde olmak üzere 3'ten fazla transfer yapmadı ki bu sayı genelde 1 veya 2'de kaldı. Keane o takımların en önemli adamı ve kaptanıydı. Dolayısıyla başarının transferle gelmeyeceğini çok iyi biliyor. Aslında teknik direktörlüğündeki ilk 2 sezonda çok fazla eleştirilecek bir yanı yoktu. 1,5 yıl önce ligin dibinden aldığı takımı Premier Lig'e taşıdıktan sonra, geçtiğimiz sezon ligde tutmayı başardı. Ancak istikrar abidesi bir adamın elinden çıkmış Keane bu sezon başı yaptığı işlerle yeteri kadar ders almamış görünüyor. Ferguson, Manchester United'da ilk şampiyonluğunu alabilmek için yıllarca bekledi ve zaman zaman ilk 10 sıranın dışında bitirdi ligi. Ancak istikrarı tercih edince 25. yılını devirir hale geldi. Keane sezon başında vatandaşı Niall Quinn'in de başkanlığı yapması sebebi ile Sunderland'de yanlış bir politikaya girdi bize sorarsanız. Sürekli Quinn'den transfer bütçesi talep ettikten sonra ilginç işler yapmaya başladı.

Djibril Cisse Sunderland'in bu yanlış yoldaki gidişinin son ürünü. Takımın geçen seneki problemi gol bölgesinde olduğu kadar defans hattındaydı. Michael Chopra ve Kenwyne Jones zaten oradaydı. İsveçli Rade Prica geldi ilk önce. Daha sonra son derece kötü bir seçimle Premier Lig tarihinin en kötü dış transferlerinden birisi El Hadji-Diouf geldi, dün de Djibril Cisse'yi kiraladılar Marsilya'dan. Chopra iyi işler yapan, Jones da geçen sene taraftarlarca sezonun en iyi oyuncusu seçilmiş bir isimdi. Diouf ve Cisse transferlerinin tamamen yanlış olduğunu düşünmekteyim. 2 formda ismin yanına Premier Lig karnesi çok kötü 2 pahalı forvet getirdi Keane. Defans tarafında ise Juande Ramos'un istemediği Chimbonda ve Tainio'yu orta sahaya ise Steed Malbranque'u takıma kattılar. Tainio'nun ve Malbranque'ın bir katkı sağlayacağını düşünmüyorum. İşin tartışılması gereken yanı da tek tek isimler değil zaten. Takımda yer vermeyi düşündüğü 6 oyuncu transfer etti Keane. Bu sayı yedeklerle beraber 8-9'u buluyor. Şampiyonluk böyle gelmiyor. Bunu birisinin Keane'e hatırlatması lazım. Bu seneki hedefi ne bilmiyorum ama bu tür büyük harcamaların ardından gelen başarısızlıklar bazı kulüpleri geri dönülemeyecek bir uçuruma itebiliyor. Wimbledon, Derby County, Fulham gibi ekipler buna çok önemli örnekler

BAŞKAN


















Blog okuyucularından "buenavista" geçen hafta yazdığımız "Leviathan büyüyor" yazısına karşı bir tezle gelmiş ve bunu ayrıntılı bir şekilde anlatmış. Açıkçası zaman zaman yazıdaki eleştiriler kimilerine aşırı gelebilecek olsa da, her zaman bir tezin karşısındaki antitezin de ifade edilmesi gerektiğine inandığımdan emek verip yazdığı yazısını sadece yorumda bırakmak istemedim. Buraya taşıyorum. Kendisine teşekkür ediyorum ve noktasına virgülüne dokunmadan yayınlıyorum. Tavsiyem Yıldırım'ı eleştiren herkesin bir de bu yazıyı okumasıdır. Elbette bizim de yorumlarımız olacak.


-----------------------------------

Bir insan konuyu anlatırken olanlardan bahsetmek yerine, mantık yürütmeye çalışıyorsa ya konudan bihaberdir, yada inandığının dışında bir şeyi savunuyordur.

Yazınızdan çıkarılabilecek ana başlıklara baktığımda ; Leviathan canavarı, Hitlerin Almanyası, MTK maçındaki olayları anlatan isimsiz ‘Bir çok ‘ kaynak, ceza alanların statda olmadığını ima eden isimsiz ‘ kara bulut’ gurubu, öğütülmüş 40 bin taraftar, E blokta çıkan kavgayı engelleme girişiminin ; “haydutluk ve “insan haklarina tecavüz” olması, kulübenin yetersiz kalması, Aziz Yıldırımın taraftarın boğazına sarılması,vb. Bunlardan bir tanesine dahi inanmadığınız gün gibi açık.

Bu konuyu bir çok gazetede, forumda okudum. Nedense hiçbiri benim yıllardır hemen yanında maç seyrettiğim ‘ E ‘ bloktaki olayları benim gördüğüm şekilde anlatmıyordu. Yada deplasman maçları için bilet sırasına girdiğim Biletix gişeleri önünde olan olayları anlatmıyordu. Birde üstüne üstlük, sanki Fenerbahçe tribünleri GFB sayesinde varolmuş, bekasının temelinde GFB varmış, yoksa bitermiş gibi bir hava yaratılması tamamen saçma geldi bana.

GFB yi Aziz Yıldırım kurdu, kendine maşa olarak kullandı, şimdide kenara atıyor, ama bitirmiyor sonra kullanabilir şeklinde bir ithamınız var . Öncelikle GFB nedir bir düşünelim ? GFB bir taraftar gurubudur, tıpkı KFY, UniFEB, CK, Legend ve diğer bir çok gurup gibi. GFB nin diğer guruplardan farklı bir yanı vardır. Yönetim desteğiyle kurulmuş bir guruptur GFB. Peki bu gün başbelası ilan edilen bir gurup neden kurulmuştur ? Aziz Yıldırım yönetime geldiği ilk yıllarda Fenerbahçenin en büyük sorunlarını sırasıyla masaya yatırmış, teker teker çözmüştür. Bu sorunların en başında bilet satışlarının derneklerce yapılıyor olması vardı. Altyapı derneği Fenerbahçe adını kullanarak dergi basıyor ve reklam alıyor, 1907 derneği üyelerden ciddi miktarlarda aidat topluyor, Montlar kıyafetler çıkararak satış yapıyor, basketbol dergileri çıkarıyordu. Dernekler kulüpten aldıkları biletleri karaborsa olarak satıyor buradan ciddi gelir elde ediyordu. Eski yönetimler kongrede gelecek oy hesaplarıyla boyun eğiyordu derneklere. Dernekler ellerindeki oy potansyelini yönetime karşı kullanıyor, karşılığındada üyelerine ucuz çay, bira, birde sosyal kimlik vermiş oluyorlardı. Aziz Yıldırım yıktı bu olayı, en büyük hizmetidir bence Fenerbahçeye. Biletleri aldı ellerinden, Forma satışını, Reklam geliri demek olan dergileri, tek tek kulübün kasasına yöneltti. Çok değil bundan 6 – 7 sene önce basında her gün manşet olan Aziz Yılmaz ( Birleşik Fenerbahçeliler dernek başkanı ) ile Aziz Yıldırım arasında geçen demeç savaşını hatırlayın. Fenerbahçe kulübü üye aidatlarının bir bardak çay parasından mantıklı bir seviyeye çekilmesi sırasında yaşanan gerilimi hatırlayanlar derneklerin eski yönetimlerde ne kadar etkili olduğunu görecektir. O dönem derneklerin organizasyonunda olan deplasman maçları, tribünde tezahürat yapan amigolar,taraftar gurubu organizasyonları boşlukta kaldı. Bir fikir olarak doğan taraftar gurubu, destek gördü yönetimden. Bu gurup bırakın kongre üyesi olup yönetime oy baskısı yapmayı maç bileti almak için gereken paraya dahi sahip olmayan gençlerden oluşan bir guruptu. Yönetim derneklerin çekilmesiyle oluşan boşluğu gidermek, tribünlere biraz olsun heyecan getirmek için destekledi bu gurubu. Bilet verildi birçok maç için, deplasman maçlarına gidiş için maddi destek sağlandı. Bu noktada şunu anlamalı herkes, Aziz Yıldırım bu gurubu desteklerken, kendi adına bir beklentisi yoktu bu guruptan. Aziz Yıldırım için yaptıkları bir çok eylemide gene Aziz Yıldırım sonlandırmıştır. Benim adımı değil Fenerbahçe adını bağıracaksınız demiştir.


Ancak Aziz Yıldırım bu desteği, alın yürüyün, tribünler sizin hakimiyetinizde olsun, siz ne derseniz o olsun diye vermemiştir. Stada istediğiniz gibi girin, beğendiğiniz koltukta oturun, oraya parasını ödeyip kombine alan adam size yer vermezse vurun yumruğu yer sizindir dememiştir. Deplasman maçlarında bilet kuyrukları sizden sorulsun, sıraya sizden önce gelen birileri varsa , 200 kişi bir olup dövün sıradan çıkartın biletleri siz alın, onlar gidince yeterince bağırmıyor onlar gitmesin siz gidin dememiştir. Kendinize kurduğunuz internet sitesinden ürün satışı yapın, parasını kazanın dememiştir. Üyeleriniz Feneriumun kapısından girmesin, sadece sizin ürettiğiniz ürünleri satın alsın dememiştir. Ancak gelinen noktada taraftar dernekleri başta GFB olmak üzere kendilerine yeni görevler biçmiş, zaman içerisinde kulübün kendilerine olan ilgisinin azalmasıyla yeni rollere soyunmuş ve varolma mücadelesi verir hale gelmiştir. Bu uğurda yönetimle ciddi bir çekişme havası içinde olmuşlardır.

Hitlerin Almanyasından örneklerle süslemişsiniz yazınızı, belliki iyi bildiğiniz bir konu. Alman denildiğinde ‘ Hitler ‘ aklınıza geldiğine göre, Almanlar hakkında bildiğiniz her şeyin temeline koyduğunuz Hitleri incelemişsinizdir. Hitlerin yönetim modelinin temelinde ‘ big lie ‘ taktiği olduğunuda biliyor olmalısınız. 2. dünya savaşı sonrasında yapılan incelemelerde belgelenmişti bu taktik. Bilmeyenler için açalım, nedir bu ‘ big lie ‘ ?

1. Hiç bir zaman kitlenin olayı unutmamasını sağla.
2. Hiç bir zaman hata veya yanlışı kabul etme.
3. Hiç bir zaman düşman tarafında da iyiler olabileceğini söyleme.
4. Hiç bir zaman başka seçeneklerin olabileceğini kabul etme.
5. Düşmana konsantre ol, kötü giden her şeyden onu sorumlu tut.
6. Bunları yeterince yaparsan, insanlar eninde sonunda inanır.

Yazınızı okuduğumda sizinde bu taktiğin adımlarını uyguladığınız gerçeği çarpıyor gözüme. Milyonlarca $ lık kaynak oluşturmayı beceren, Fenerbahçeyi her alanda maddi manevi geliştiren başkanı, canavarlıkla itham edebiliyorsunuz. Tiranlardan bahsediyorsunuz. Tiran hükümranları sadece kendi olanaklarını geliştirir. Yani, stadı büyütmek yerine bilet fiyatlarına zam yapmayı gerektirir Tiran mantığı. Tiranlar halkın maç seyrederken ısınmasınıda önemsemezler. Stada girerken ayakları çamur oluyormuş seyircinin, bu stadı adam edelim demezler. Tiran hükümdarları ve komutanları, saat 02.00 de, 03.00 de yataklarından kalkıp yaptırdıkları stad inşaatına gidip beton dökülmesini denetlemezler. Oy hesabı yapar tiran hükümdarları, eski çarklara çomak sokup kendi varlığını tehlikeye atmazlar. Tek isim hakimdir Tiranlarda, Hükümdarın ismidir o. Asla benim adımı değil, Fenerbahçenin adını öne çıkarayım demezler. Peşinde koşan gazetelere, Tv lere çıkıp reklam yapmak yerine, sadece Fenerbahçe demez tiran hükümdarları. 20 – 30 sene sonrasına yatırım yapıp arsalar satın alalım, kulübün geleceğini garanti edelim demezler onlar. Sadece kendini düşünen hükümdarlar, kendi kulüplerindeki haksızlıklarla mücadele etmeyecekleri gibi, 40 dönüm arsanın yeterli olacağı bir stad için başkalarının devletten nasıl olupta 396 dönüm arsa talep ettiğinide önemsemezler. Hatta destek vererek başkalarınada şirin gözükme fırsatını tepmezler. Yüzme, boks, atletizm, kürek, masa tenisi, voleybol gibi ilgi alaka olmayan spor alanlarına değil, yalnızca onbinleri çekebildikleri arenaya yatırım yaparlar Tiranlar.

Kısa bir süre için hayal dünyanızdan sıyrılıp aslında orada neler yaşandığını düşünün. Kulübün resmi internet sitesinde yayınlanan bir çok şikayet faxı var, bunlarda insanlar yaşadıkları gerçek olayları anlatıyorlar. Kafalarında kurduklarını değil. Bunları Fenerbahçe internet sitesinde okuyabilirsiniz. Ücretini ödeyerek satın aldığı koltuğa oturmasının engellendiğini yazıyor insanlar. Tehdit edildiklerini anlatıyor. Oluşturulan kaos ortamında insanlara korku salarak yerlerinin gasp edildiğini anlatıyorlar. Buradaki binlerce Fenerbahçe taraftarını tehdit ederek sindirmeye çalışan, 200 kişilik gurubun önde gelen isimlerinin kombine biletlerinin iptal edilmesini : ‘Bunun adı düpedüz “haydutluk”tur ve “insan haklarina tecavüz”dür.’ diye nitelendirebiliyorsunuz. Öyle ya konu Fenerbahçe ise her yolu kullanıp saldırmalıdır. Mantığın, insan haklarının yerini kaos edebiyatı almalıdır. O gurup orada olduğu için diğer bloklardan tel örgüleri aşarak oraya toplanmaya çalışan gurup üyelerinin, oranın asıl hak sahiplerinin yerlerinin gasp etmesi, insanların tehdit edilmesi normaldir sizin gözünüzde. Konuyu Avrupa insan hakları mahkemesine taşınmalı ilan etmeniz konuya ne kadar boş baktığınızın göstergesidir. İnsanların bu kişilerce tehdit edildiğini anlatan faxlardan yalnızca bir tanesini o mahkemenin önüne koysanız çıkacak kararın ne olacağını tahmin etmekte zorlanmazsınız. Bu olayları engellemek için geçen sene sık sık tribüne gelen, konuyla ilgili geçen seneden beri çözüm arayışında olan Aziz Yıldırımı, taraftarın boğazına sarılan başkan ilan etmeniz konuya bakış açınızın net örneğidir benim için. Siz ne isterdiniz? Kombine biletleri satarken bilek güreşi yaptırıp, kazanan istediği yerde otrusunmu demeliydi Aziz Yıldırım? Yada Boks şubesinden bir ring ayırıp, iyi olan kombineyi kazansınmı demeliydi. Yada konuyu tesisleşmeye bağladığınız gibi, ben tesisi yaptım, kim nerde isterse otursun, ben Tirana giren paraya bakarım, yesinler birbirlerini mi demeliydi?

Birde size acı gelecek ama görmezden geldiğiniz bir gerçek var ; O maratonun göbeğinden Tuzlalılar, Pendikliler, Bostancılılar, Suadiyeliler, KFY, gibi onlarca gurup geldi geçti. Hiçbir zaman boş kalmadı Fenerbahçe tribünleri. Bu gurup gittiğindede binlerce taraftar göreceksiniz orada. Bir çok maçı çeviren 50 bin Fenerbahçeliyi 200 kişiden oluşan bir tribün gurubu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu olayın sonunda Fenerbahçe tribünlerinin biteceğini düşünmek fazla iyimser bir hayal olur sizin ve sizin gibi düşünenler için.

Geniş bir hayal dünyanız olabilir, hatta insan çaresizlik içine düştüğünde başta üzerinde yalan söylediği konulara bir süre sonra inanır olur, gerçekleri göremez duruma gelebilir. Bu duruma düştüğünde en küçük kırıntı dahi yeter insana. Bir bardak suda fırtınalar kopartabilir, 25 seyircinin kombinesinin dondurulması milyonlarca taraftarın sonudur diye düşünebilir. Tiranlar, SS kıtaları cirit atabilir beyninizde, çaresizlik böyledir. Karşınızdaki büyük bir güçtür, hayranı olduğunuz en büyük güçler rant peşinde koşarken bozguna uğramıştır o güç karşısında. Suya sabuna dokunmadan yüzlerce milyon $ rant elde edebilecekken, oyuncaklarınızı, hayallerinizi elinizden almıştır o güç. Böylesi bir güce karşı Şahlar , Vezirler iş yapamamışsa, son kalanlar piyonlardır. Onlarıda sürersiniz oyununuza , sürün durun bakalım kaç piyonunuz kaldı ?


-------------------------------

KUŞ YUVASI'NDA HESAP GÜNÜ

























Önümüzdeki Cumartesi akşamı Beijing Olimpiyat Stadı, nam-ı diger Kuş Yuvası’nın tribünlerinde erkekler futbolunun finali Arjantin-Nijerya maçını izlemek için yerlerini alacak insanlar, 12 yıllık bir nostaljiye ve bu nostaljiden doğan rövanş mücadelesine tanık olacaklar. Zira bu 2 ülkenin Olimpik milli takımları 1996 Atlanta Olimpiyatları’nın finalinde Georgia eyaletinin Sanford Stadı’nda karşı karşıya gelmiş ve bu efsane maç belki de bugüne kadar Olimpiyat oyunlarında oynanan en zevkli maç olmuştur. Bir kere bu maçı efsane yapan her iki takımın kadrolarıdır. Nijerya’da 23 yaş üstü futbolcu kontenjanından kadroya cağırılan Uche Okechukwu, henüz yirmili yaşlarının başında olan Celestine Babayaro, Emanuel Amunike, Jay Jay Okocha, Taribo West, Nwankwo Kanu, Victor Ikpeba, Tijani Babangida, Daniel Amokachi gibi isimler, Arjantin’de ise Javier Zanetti, Marcello Gallardo, Roberto Ayala, Claudio Lopez, Hernan Crespo, Fabien Cabellero, Ariel Ortega gibi isimler yer alıyordu. Bu finali anlamlı kılan bir başka özellik, Nijerya’nın yarı finalde Brezilya’yı son dakikasına 3-2 mağlup girdigi maçta Kanu’nun önce duraklama dakikalarında daha sonra da uzatma dakikalarında attığı altın golle 4-3 mağlup ederek finale gelmiş olmasıdır.

Final maçının henüz 3. dakikasında Arjantin 22 yaşındaki Claudio Lopez’in kafasıyla öne geçer. 28’de 18 yaşındaki Celestine Babayaro skoru 1-1’e getirir. 50. dakikada Taribo West 22 yaşındaki Ariel Ortega’yı indirir. 23’lük Hernan Crespo penaltıyı ağlara gönderir. 74. dakikada 24 yaşındaki Daniel Amokachi çok şık bir vuruşla skoru 2-2’ye getirir. 90. dakikada Arjantin Amunike’yi sol kanatta indirir. Okocha’nın kullandığı serbest vuruşta Arjantin defansı Nijerya forvetini ofsayta düşürmek ister ama beceremez. Amunike bomboŞ yarım voleyi yapıştırır. Altın madalya Nijerya’ya gider. Böylece 2 sene önce kuzeyde Massachusettes’in Foxboro Stadium’unda Maradona’lı kadroya kaybettikleri 2-1’lik maçın rövanşını alırlar. Şimdi hesap günü yine yaklaştı. Cumartesi yine güzel bir mücadele izleyeceğiz gibi görünüyor.

20 Ağustos 2008 Çarşamba

DEVRİM










"Let the world change you and then you can change the world."

İzlediğim en iyi yol filmi diyebileceğim "Diarios de Motocicleta"dan.

VELİEFENDİ'NİN EFSANELERİ 1/10: JOHNNY GUITAR


















Eski bir yazımız vesilesiyle start alalım.

Bu değerli kardeşimiz 1990 doğumludur

Annesi Melody Girl son derece basit bir kısraktır. Melody In Love gibi vasat bir yarış atının yanında, Solo Guitar gibi iyi bir ahırda ortanın üzerinde uzun çim yarısları çıkarabilecek, açık olmasa da kısa vade atı olabilecek bir yavru da doğurmuştur ama sadece o kadar. Johnny Guitar'ın babası Gold Guard ise oldukça değerli bir aygırdır. Agapia, Asos, Blow Up, Der Aliye, Der Saadet, Islambol, Last Guard, Penky Henky gibi kısa mesafeleri muazzam koşan yavruları vardır. Nitekim bunlardan Islambol, 1200 metrenin kralı olmuş bir safkandır.

Gold Guard’dan olma, Melody Girl’den dogma, Johny Guitar 42 yarışta;
22 birincilik, 11 ikincilik, 5 üçüncülük yaptı., 4 kez de tabela dışı kaldı. 2 yaşlılığında hiç koşmadı. İlk koşusu ve haliyle tanışıklığımız, 3 yaşlılığına rastlar.

Şubat 1993, İzmir koşusu. Dayımla ganyandayız. "Ne olur bu yarış" dedi dayım arkadaşına. İstanbul Puanlı var elimde (Bilen bilir, en karizma bültendi bir zamanlar. Sonralarda Güncel tahtını baya salladı ama altılıyı sülale boyu bilenler bu bülteni kullanmışlardır). Bir baktım Ertül, Johny Guitar'a biniyor. Tutturdum dayıma "Tek atalım" diye. Ertül karizma jokey. Ayyaş bi taraftan da, "önemli koşular öncesi anlaşmalı at sahibi içmesin diye bunu çiftlik evine kapatıyor" söylentileri var. Yarışın sonlarına doğru rahmetli Güntekin Alpay "En dış kulvardan da..." diye başlarsa bilin ki yaristaysa Ertül geliyor. Neyse, dayımın arkadaşlarının "Yavrum Gold Guard yavruları kum koşmaz"larına aldırmadan tek attırdım dayıma. Küt, beşinci oldu Johny. Küfür kıyamet tabi bana.

Bu ilk yarış sonrası "Takip ediyorum oglum ben bu atı" bahanesi doğdu bize. Arada sirada usta isi olmakla birlikte, genellikle parası fazla olmayan altılıcının züğürt tesellisidir, "Takip etmek kavramı". Meali sudur: "Tersoyum. Fazla at yazamıyorum. Geçende tek attığım, iyi koşan atı yine tek atıcam. Hem muhtemeli fazla olduğu için (ya da grup daha ağır olduğu için, duruma göre değişir) pek kimse de oynamaz. Gelirse tevziyi kaldırırım. Velev ki gelmedi, ikiliyi de başka ata çeker, kontra koyarım. O gelmezse ötekinden indiririm parayı". Biz de çocuk harçlığıyla, "Takip" bahanesiyle ve yine üzerinde Ertül'ü görüp, ikinci yarışa da tek attık. Bu sefer 1400 kumda 3. oldu Johny.

Üçüncü yarış artık iş inada bindi. Bülteni elime bir aldım, Recep Manav jokey. Bu Manav öyle bir adam ki 46 kilo ata binmeyince getiremiyor. At 46 kilo olacak, ganyanı 20 lira olacak anca öyle. Bir Recep, bir de Ramazan Altunbaş. İçimden "Ulan Recep bari bu sefer bir ise yara" dedim. Yalan oldu. Nerdeyse 10 boy geriden 6. oldu Johny.İzmir sezonu bitti. 1 Nisan 1993'de İstanbul'da kayıtlı gördüm Johny'yi. Yine üzerine Ertül atlamış. "Lan 1 nisan şakası hesabına bir cakiyor mu yarışı?" dedim. Yine tek attım. Yarım boyla ikinci oldu bu kez.

“Bu sefer de gelmezse Johny'ye bir Guitar'a iki” dediğim yarışı, 1600 çimde 1.37 yapıp Ertül'le koydu Johnny. “Ertül Forever” Aradan 15 gün geçmeden bir yarışa daha koştular. Bu kez Engin Yalçın vardı üzerinde. Engin de çok sevdiğim jokeylerdendir. İzmir'de bir sezon boyunca Çapicino, Black Pearl ve Bilgin ile az parasını yemedim. Neyse...Bir uyuzluk vardır altılıda, bir önceki yarista gelen ati yazmak gelmez artik icinden. Bin türlü de bahane bulursun. Neden? Çünkü at artık favori olmuştur. Bulmak pek karizma yapmaz. Herkesin yazdığını yazmış olursun sadece. İşte o yüzden bende yoktu Johny. "Gelmez bu abi" diyip, kaşları kaldırıp baska yorum yapmadan bültene eğilince benden 40 yaş büyük adamlar "Ne duydun lan" diye yanıma geliyolardı. Ne duycam ulan, artistlik yapıyorum işte. Ama öyle denmez tabi, saydırıyodum abilere. "Abicim ben bunu ilk yarışından beri tek yazıyorum. Galobu çok iyi bi kere. Sıkmışlar hayvanı. vs. vs. vs." Bir sürü adama yazdırmadım boyle diye diye. Altıncı oldu JG. Dualar tarafıma...

Geri kalan 3 yaşlılığında, ne kadar uyuz olduğum jokey varsa bindi Johnny'ye. Ziya Mutlu, Cemal Kurt, Kadir Altınöz, Yemen Tunç…Uzatmayalım. 1994 Agustos’daki Başbakanlık Kosusu’ndan sonra Johnny bir ve pir kazanmaya başladı, 1 yıl içinde açıklar da dahil olmak uzere üst üste 9 yarış vurdu. Sülo’nun bindigi Johnny o yarışta muthis akılcı kosmus, Volcano, Abbas ve Carte Kitt’i rahat ekarte etmisti. At sahibine kupayı, Suleyman Akdı’ya plaketi veren donemin Başbakanı Tansu Çiller’in hareketleri hala gözümün önünde. Bir hipodrom gerçeğini daha kavramıştım orada. İsterse imparator gelsin, pistlerin İmparatoru S.Akdı’yı geçemez karizmada. Tansu Çiller’in peşinden görünen Sülo’ya halkın sevgisi muazzamdı.

Günün birinde bizim Rıdvan'ın (Dilmen) Moon Light'ının da koştuğu bir yarışta, sabah kahvaltısında bültene bakarken "Geçilecek lan bugün Johnny" dedim arkadaşa, hiss-i kablel vuku kabilinden. Gittik ganyana, Moon Shine tek kupon yaptık. Ganyan mudavimi bir balıkçı amca vardı. Hamsi kokulariyla "Aklınız varsa Bimba Star'ı yazın" dedi. “Senin var da bizim yok mu amca” dedik, yazıyorduk ama öğrenci adamız. Kupon iki misline çıkacak. Yazamadık. Çıtır bir ikili yaptık. Moon Shine-Bimba Star. Şimdi olsa, birini o ikiliyi yaparken ve Moon Shine’ı tek atarken görsem, döverim. Ulan o nasıl ikili? Biri neyse de diğeri düpedüz eşşek.

Bimba Star yarışı kazandı. Moon Shine'ın ismini bir startta atlar sayılırken, bir de 1600 metrenin oralarda "Grubun iki üç boy kadar gerisinde..." dendiğinde duydum.O yarıştan sonra Johny Guitar'ı yine hep tek attık. Zaten o da ikisi 96'da biri 97'de üç yarış koşup bıraktı. Gerçi haberi gelmedi ama öldüyse nur içinde yatsın.

Unutulmaz Gazi’lerden, insanlara sinirden kuponlarını yedirmiş “Tinay-AsJet El Ele Hep Beraber Tevziye” yarışıyla devam edeceğiz yazılara.

by Canarino

FABIANO SANTACROCE








Avrupa'nın bazı liglerinde sezonlar başlamış, bazılarının ise başlangıcı yaklaşırken, büyük ölçekli ve sansasyonel transferlerin arasında kalan veya kadrolarda bu sene daha fazla dakika alacak olan genç yetenekleri incelemeye almak istiyoruz. Bu yeteneklerin bir çoğunu genç yetenekler kısmında zaman zaman inceledik. Eylül'ün ortasına gelip tüm ligleri başlatana dek her gün bir tane genç yeteneğe yer vermeyi düşünüyoruz. Bu aynı zamanda blog okuyucularının, olası çıkışlarda futbolcularla ilgili bir öngörüye sahip olmasına yardımcı olacaktır.






Napoli'nin 22 yaşındaki savunmacısı Fabiano Santacroce ile (sağda) başlayacağız. Eğer Marcelo Lippi İtalyan basınında söylendiği gibi onu İtalya defansının geleceğinde düşünüyorsa bu İtalyan milli takımı için önemli bir aşama olacak. Zira Santacroce Brezilya'nın Bahia kentinde doğmuş bir oyuncu. 4 yaşında ailesiyle beraber İtalya'nın Lambordi bölgesine yerleşen Santacroce futbola Como kulübünde başladı. Ardından 2 senelik bir Brezcia macerası ve bu yılın devre arasında Napoli'ye transfer oldu. Kısacası kariyerinin ilk 4 yılında yaptığı transferlerin hepsi ona seviye atlattı. Geçen sene çok iyi birer Inter ve Juventus maçı oynamasının da tanınmasında büyük bir etkisi var. Çok genç yaşta çizmeye yerleşmiş olması ve futbol eğitimini burada alması bi Brezilyalı değil İtalyan defans oyuncusu gibi yetişmesini sağlamış. Bu yüzden ırkından getirdiği atletik yapısı ve çeviklikle aldığı futbol eğitimi birleştiğinde harika bir sentez çıkıyor ortaya. Napoli Başkanı Aurelio De Laurentiis onu "bir sonraki Netsa" olarak lanse ediyor ve 2010 Dünya Kupası kadrosunda kesinlikle yer alacağını iddia ediyor. İtalyan defansının 4 önemli ismi Zambrotta ve Massimo Oddo'nun 31, Materazzi ve Cannavaro'nun 35 yaşına girdikleri düşünülürse, Lippi'nin defanstaki revizyonunun bir parçası olabilir. Nitekim İtalyan 21 yaş altındaki performansı ile şimdiden gök mavili formaya alışmaya başladı. Bu sezon takipçisi olacağız.

İSTİKRAR ABİDESİ


















Tarih 2 Subat 2008


Havalimanında gazetecilere bir acıklamada bulunan Sinan Engin “Schildenfeld'i uzun süredir takip ediyorduk. Aslında Drpic'ten önce Schildenfeld'i istemiştik ancak fiyatta anlaşamamıştık. 3 gündür süren görüşmeler sonunda verdiğimiz teklifte artırıma gittik ve anlaşma sağladık. Harika bir oyuncuyu kadromuza kattık” seklinde konuştu.

Tarih 2 Mayis 2008

Sinan Engin, Gordon Schildenfeld'i Dinamo Zagreb'e satmak için Hırvatistan'a gittiği yönündeki haberleri yalanladı. Javno.com adlı internet sitesine özel açıklamalarda bulunan Engin, "Schildenfeld iyi bir oyuncu. Genç ve bacakları çok kuvvetli. Gerçek bir stoperde aranacak bütün niteliklere sahip. Takımızda yer almasından memnuniyet duyuyoruz" diye konuştu.

Tarih 26 Mayis 2008

Seric'in Besiktas'la anlaşması sonrası Panathinaikos'un taraftar forumlarında adeta bayram havası yaşanırken, forumlardaki görüşlerin Türk basınına yansıması üzerine Sinan Engin, maraton.com.tr'ye çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Seric'in haksız eleştirildiğini savunan Sinan Engin, "Gordon ile kıyaslarsak Maradona'yı transfer ettik" dedi. İşte Engin'in maraton.com.tr'ye yaptığı özel açıklama:

"Gordon ile kıyaslarsak Maradona'yı transfer ettik. Aldığımız oyuncunun arkasındayız. Ona sallayanlar önce Seric'in kariyerine baksınlar. İtalya'da ne kadar oynamış, kaç kere milli olmuş onu bir araştırsınlar. Seri A'da bu kadar oynayıp, bu kadar milli olan böyle bir oyuncunun, daha Beşiktaş'ta oynamadan bu şekilde eleştirilere maruz kalması doğru değil"

Tarih 19 Ağustos 2008

Beşiktaş'ta Seriç'in oynamasına engel teşkil eden Gordon Schildenfeld ile görüşen Menajer Sinan Engin, çok sert bir konuşma yaptığı ve "Seni istemiyoruz. Burada sana yer yok" dediği öğrenildi.

Lig TV'nin haberine göre; Beşiktaş'da Gordon Schildenfeld'in Menajer Sinan Engin ile yaptığı özel görüşmede "Para istemiyorum, tek isteğim Beşiktaş'ta forma giymek" dediği öğrenildi. Bu sabah Nevzat Demir Tesisleri'nde Engin ile bir araya gelen Gordon Schildenfeld'in "Ben sizden para istemiyorum. Burada mutluyum. Beşiktaş'ta kalıp kendimi ispat etmek istiyorum. Beşiktaş'ta oynayacağıma da inanıyorum" ifadelerini kullandığı belirtildi.

Gordon'un bu sözlerine karşılık menajer Sinan Engin çok sert ifadeler kullandı. Engin'in "Seni istemiyoruz. Zaten kontenjanımız da dolu. Yeter artık bizim geleceğimize engel olma. Seriç senin yüzünden oynayamıyor. Neden kendine takım bulmuyorsun? Burada sana yer yok" karşılığını verdiği ifade edildi.


Şimdi son haber Milliyet gazetesinden alınmış bir haber. Yani bunları Sinan Engin’in ağzından duymadık henüz. Peki “Sinan Engin bu sözleri kesinlikle soylememiştir” diyebilecek insan var mı? Bu sözleri söylemesi kimi şaşırtır? Şu açıklamaları UEFA resmi internet sitesinde yayınlasa bir daha Besiktas, hiçbir yabancı futbolcuyu Türkiye’ye gelmeye ikna edemez. Ben bir Galatasaraylı olarak Sinan Engin’in Beşiktaşlılığından utanır hale geldim. Bundan daha ötesi var mı?

19 Ağustos 2008 Salı

STRANGE CM HAPPENINGS vol.10



















Hikmet Karaman, Hüseyin Kalpar, Güvenç Kurtar, Giray Bulak, Yılmaz Vural, Sakıp Özberk ve benzerleri.....Frank Fuchs daha iyisini yapana kadar en iyisi bu. Nijerya futbol federasyonu balıklar tarafından mı yönetiliyor anlamadım.



















Çocukken mahallede "ben tekim hepinizsiniz" diye bir meydan okuma vardır. Bu maçtan şunu anlıyoruz ki Santamaria özbeöz Namık Kemal Mahallesi çocuğuymuş. 9 ratingi gözden kaçmasın. Futbolun adaleti yok.

Strange CM Happenings

TSG 1899 HOFFENHEIM





















Bundesliga'nın geçtiğimiz hafta sonu oynanan ilk haftası sonrası lig tablosuna baktığımızda, en tepede ilginç bir takım çıkıyor karşımıza. Hoffenheim diye bir takım. Tam ismiyle TSG 1899 Hoffenheim. Almanya'nın güneyindeki 35.000 nüfuslu Sinsheim kentinin takımı. Kaç kişi bugüne kadar bir maçını izledi, kaç kişi kadrosundan 3'ten fazla oyuncu sayar şüpheli. Ama dünya futbolunda, bizim de blogda bir kaç kez ele aldığımız planlı büyüme politikasının sonucu bir takım ile karşı karşıyayız, tablonun açıklaması bu. Bundan çok değil 15 ay önce Hoffenheim Alman 3. Ligi olan Regionalliga Süd'de mücadele ediyordu. Bugün Bundesliga'nın zirvesindeler. 2006-2007 sezonunun sonunda söz konusu ligi ikinci sırada bitirip Bundesliga 2'ye yükseldiler. Geçtiğimiz sezon oynadıkları lig farklı ama sıralamadaki yerleri aynıydı. 108 yıllık kulüp Tarihlerinde ilk kez Bundesliga'ya yükseldiler ve ilk hafta Energie Cottbus'u (Merkel'in favori takımlarından) deplasmanda 3-0 ile geçip Schalke ile beraber liderlik koltuğuna oturdular. Muazzam bir başarı. Bu başarının arkasında inanç ve istikrar var. Takımın teknik patronu daha önce Vfb Stuttgart, Hannover 96 ve Schalke 04 gibi üst düzey kulüplerde çalışmış "profesör" lakaplı Ralf Ragnick. Bu göreve 5 yıllık bir anlaşma imzalayarak ve bu imzanın güveni ile geldi. Kadroya baktığınızda bugün Türkiye Ligi'ndeki en zayıg kulübün bile burun kvırıacağı bir dolu isim var. Ama futbol isimlerle değil sahadaki mücadele ve takım uyumuyla oynanıyor. En tanınmış ismi İsveçli Per Nilsson olan bir takımdan bahsediyoruz.


















Kulüp halen bu 5 yıllık planın yatırımlarını yapıyor. Ocak 2009'da yeni stadlarına kavuşacaklar. O zamana kadar SV Waldhof Mannheim takımının evi Carl-Benz-Stadion'ı kullanıyorlar. Şu anda Hoffenheim'ın 2. takımının halen maçlarını oynadığı 6400 kişilik Dietmar-Hopp Stadion'u genişleterek 30.00 kapasiteye ulaştıracaklar. Başkan Dietmar Hopp bu proje için Hoffenheim bölgesini de içine alan Sinsheim kentindeki Rhein-Neckar Arena'ya 40 milyon euro harcıyor. Avrupa'nın en büyük software üretici ve distribütörlerinden olan SAP AG şirketinin 5 kurucusundan birisi olan Hopp, takımı 1990'ların başında aldığında Hoffenheim Alman futbolunun sekizinci seviyesinde mücadele ediyordu. 18 yıl ve Bundesliga. Bugün kurduğu altyapı sistemi Hoffenheim'ın kendi oyuncularını yetiştirmesini sağlıyor.

Geçen sene Avrupa'da sürpriz yapabilecek birkaç takımı ele almıştık ama bunlardan sadece birkaçı bizi utandırmadılar. FC Twente ve CFR Cluj gibi...Bu sene Hoffenheim en büyük umutlarımızdan birisi. Umarız bu 3-0 onların parlak Bundesliga kariyerlerinin bir başlangıcı olur.

HOLLYWOOD UNITED FC VE ANTHONY LAPAGLIA


















Daha önce eşcinsellerin (FC Yorkshire Terriers) ve heavy metal hayranlarının (FC Real Goth) oluşturduğu takımları incelemiştik. Okyanusun öbür tarafında bir başka egzantrik takıma göz atmak lazım şimdi de. Hollywood United FC. 20 yıl önce kuruluyor takım. Takımın kurucuları efsanevi Def Leppard, The Cult ve Sex Pistols grubunun üyeleri Vivian Campbell, Ian Astbury ve Steve Jones. Kulüp kurulduğundan beri eğlence dünyasının ünlülerini ve eski milli futbolcuları bünyesinde toplayarak mücadele ediyor. Kulübün merkezi doğal olarak Los Angeles-California. Şu anda Santa Coast Soccer League'de mücadele ediyorlar ve maçlarını Hollywood'un Manhattan Beach Village adı verilen beldede oynuyorlar. Artık stadda mı oynuyorlar yoksa aktörlerden birisinin arka bahçesinde mi bilmiyorum. Geçen sene bu ligi şampiyon olarak bitirdiler.























Kulübün şu anki başkanı resimde de gördüğünüz, tüm dünyada Without A Trace dizisiyle tanınan Altın Küre ödüllü Avustralyalı aktör Anthony LaPaglia. LaPaglia aynı zamanda 1980'lerde (MLS kurulmadan önce) Adelaide City ile Amerikan Ulusal Ligi'nde kaleci olarak mücadele etmiş bir isim ve şu anda da Avustralya A-ligi takımlarından Sydney FC'nin ana hissedarlarından birisi. Kadroda ise eski ABD'li milli futbolcular Alexi Lalas ve Brian Dunseth ile eski Fransız milli oyuncu Frank Leboeuf ve Anthony LaPaglia'nın bizzat kendisi ile Steve Jones da bulunuyor. Kulübün tarihi boyunca forma giyen tek oyuncular bunlar değil. Guy Ritchie tayfasından Jason Statham, "Judge Dredd" ve "I Still Know What You Did Last Summer" gibi filmlerin yönetmeni Danny Cannon, "tarife gerek olmayan adam" Vinnie Jones da bu takımdan geçen isimler.

























LaPaglia takımı nereye getirir bilemiyorum ama kendisi adına düzenlenen gecede konu futbola geldiğinde ve Harry Kewell'in kendisi için yaptığı konuşmayı dinlediğindeki haline bakılırsa, futbola nasıl bir gönül verdiği anlaşılıyor. LaPaglia ana hissedarlarından olduğu Sydney FC'nin maçlarını izlemek için düzenli olarak Sydney Futbol Stadyumu'nda yerini alıyor.