30 Haziran 2009 Salı

THEY DON'T REALLY CARE ABOUT US



Tell me what has become of my life
I have a wife and two children who love me
I am the victim of police brutality, now
I'm tired of bein' the victim of hate
You're rapin' me of my pride
Oh, for God's sake
I look to heaven to fulfill its prophecy...
Set me free

HANGİ DAL OLSA YAPARIM ABİ



Biliyorsunuz,Bayanlar basketbol liginde Fenerbahçe yarı final serisinde Galatasaray'ı mağlup ederek finale çıkıp oradan da kupaya uzandı. Aslında 4 sene önce küme düşen Galatasaray'lı bayanların toparlanıp bugünlere tekrar gelebilmeleri de kutlamak lazım. Müessese kulüpleri dışında kalan Türk sporunun köklü kulüpleri rekabeti giderek yeşil sahaların dışına da taşımaya başladılar. Galatasaray 1987 yılında futbolda 14 yıllık şampiyonluk hasretine son vermiş, ilaveten tam 15 dalda şampiyonluk kazanmıştır ki bu halen dünya tarihinde ulaşılması çok güç olan bir derecedir.



Avrupa'da bu konuda göze çarpan iki kulüp var. Birisi Lazio. Tam 37 dalda yarışıyor Lazio. Kriket, motor sporları, atletizm, paraşüt gibi alanlar dahil. Roma, Olympiakos, Hamburg, Benfica ve Porto da bir çok dalda faaliyet gösteren ekiplerden. Başarı sıralamasına baktığımızda ise bu sefer Katalunya'ya gitmemiz gerekiyor. Barcelona bugüne kadar futbol, basketbol, futsal, hentbol, hokey, atletizm, bisiklet, voleybol ve diğer amatör sporlarda tam 76 tane uluslararası şampiyonluk kazanmış durumda. Hani Galatasaray'ın Ali Sami Yen Stadyumu'nun duvarına yazdığı 4 uluslararası şampiyonluk tablosu var ya. Ondan Barcelona'da 76 tane var işte. Bu unvan şu anda onları tüm dallar hesaba katıldığında dünya tarihinin en başarılı kulübü yapıyor. Tabi saydığımız takımların hepsine bakıldığında şu da ortaya çıkıyor. Müessese takımlarının devam ettirilemeyen anlık çıkışlarını, köklü semt takımlarına tercih etmek ne kadar doğru? Hoş Türkiye göz önüne alındığında bu ülkenin futbol dışındaki uluslararası kupaları Galatasaray'lı bayanların son başarısını saymazsak genelde sponsor destekleri ve müessese takımları ile geldi (Efes Pilsen, Eczacıbaşı, Vakıfbank Güneş Sigorta...). Ancak bunu genel-geçer bir alışkanlığa dönüştürmenin çok da yararlı olmayacağı kanısındayım ki konuyla ilgili zamanında Canarino'nun etraflıca bir yazısı vardır.

AYI ÇIKABİLİR



















İsveçli tenis efsanesi Björn Borg’u tenis tutkunları çok yakından tanır. Bilmeyenler için kısa bir özet geçelim. 1956 doğumlu. 1976-80 yılları arasında üst üste olmak üzere 5 kez Wimbledon’ı , 6 kez de Fransa Açık’ı kazanıp, 109 hafta dünya sıralamasında 1 numarada kalmış. Borg’un 5 kez üst üste Wimbledon’ı kazanma rekorunu 2007 yılında Federer egale etti. Aynı yıl hem Wimbledon hem Fransa Açık’ı kazanma rekoruna ise 2008 yılında Nadal ortak oldu. Yine de Fransa Açık’ı 6 kez kazanma ve Wimbledon-Fransa Açık ikilisini üst üste 3 yıl kazanma rekoru hala kendisine ait. (Bunun en zor duble olduğunu tartışamayız herhalde)

Kendisi ile ilgili yeni öğrendiğim şey ise isminin (Björn) İsveç dilinde Ayı anlamına geldiği.

Üzüldüğüm ise yaratıcı matbuatımızın, 1980 yılında McEnroe’ya karşı oynadığı 5 setlik destansı Wimbledon finali ya da ertesi yıl kendisi için büyük uğursuzluk olduğuna inandığı Amerika Açık finalinde kaybettikten sonra ödül törenini bile beklemeden korttan ayrılması sonrasında “Vay Ayı Vay” şeklinde başlık atma fırsatını kaçırmış olması. Tabii bir de herhangi bir turnuva öncesi ayı vücuduna kafasını montajlayıp “Dikkat! Ayı çıkabilir” başlığı da kaçan fırsatlar arasında.

by Gorky

ARMAN İÇİN OYNA vol. 4














Seriye devam. Bu seferki dört yapraklı yoncanın sihrine kendini kaptırmış Almanların icraatı. Sağdakini anlatmaya gerek yok. Herkesin ezbere bildiği ve nerde görse tanıyacağı İskoç takımı Celtic'in amblemi. 1888'de kurulduktan kısa bir süre sonra Celtic Park'ta oynadıkları ilk maçta, Rangers'a karşı aldıkları 5-2'lik zaferden önceki başlama düdüğü sırasında orta yuvarlakta bulunan yoncadan kaynaklanıyor. 1994'te kulüp yetkilileri bu armayı değiştirmek için nabız yoklamış ancak büyük bir tepkiyle karşılaşmıştı. Soldaki ise Almanya 2. lig takımlarından Rot-Weiß Oberhausen'ın arması. Kulübün kuruluş tarihi 1904, yani Celtic'ten 16 yıl sonra. Çok ufak farklılıklarla İskoç takımı ile hemen hemen aynı armaya sahipler. Kurulduğundan itibaren Birleşik Krallık çapında söz sahibi olan bu kulübün Alman kulübünün kurucularını etkilemesi çok doğal. Ama bu etkilemenin dozu kaçmış biraz. Tabi bu etkilenmenin kaynağını bilen varsa da yoruma not düşerse güzel olur.

İSVEÇ 2009'UN EN İYİ ONBİRİ















Dün bitti İsveç'teki Avrupa 21 yaş altı Şampiyonası. Almanlar İngilizleri 4-0 ile bozguna uğrattılar. Horst Hrubesch'in talebeleri bu şampiyonlukla Alman futboluna çok önemli bir unvan kazandırdılar. Almanlar bir yıl içinde 17, 19 ve 21 yaş altı turnuvalarının tümünü kazanan tek Avrupa ülkesi unvanına sahip oldular. Bu ne demek? Hayvani bir nesil geliyor demek.

Bu turnuvada öne çıkan isimlerin hepsi birkaç yıl sonra dünya futbolunun star oyuncuları haline geliyorlar. Örneklerden bir liste yapsak bu blogun sayfaları yetmez. Sadece turnuvanın son 10 yılında bu turnuvadan geçen bir kaç ismi sayalım. Lampard, Pirlo, Xavi, Van der Vaart, Kuijt, Iaquinta, Crouch, Frei, Gilardino, Hleb, De Rossi, Huntelaar, Babel, Nani, Rossi.....Bu isimlerin hepsi kendilerini gösterdilkerli turnuvadan 2-3 yıl sonra dünya futbolundaki önemli kulüplerde top koşturmaya başladılar ve sürekli göz önünde oldular. Bu da bir çok futbolcu avcısının maçları takip etmesine sebep oluyor. Bir çok kulüp bu turnuvayla özel olarak ilgilenip transfer çalışmalarını yürütüyorlar. Bizim kulüplerimiz ise her zamanki gibi başka diyarlardalar. Bugün Beşiktaş 6,5 milyon euro + birisi Serdar Kurtuluş olmak üzere 2 oyuncu verdi Gaziantepspor'lu İsmail Köybaşı için. İnsanın inanası gelmiyor. Yanlış hatırlamıyorsam Cristiano Ronaldo Manchester United'a 15 milyon euro civarı bir rakama gelmişti. Beşiktaş biraz daha zorlasa United'ın manevrasına ulaşacakmış. Ne diyeyim ki? Bu 6,5 milyon euroya İsveç'teki şampiyonaya eli yüzü düzgün bir futbolcu avcısı gönderilip 3 tane kapı gibi yıldız adayı alınabilirdi ama Manchester United'a bu sezon transfer olan Zoran Tosic kendisine önerildiğinde "20 yaşındaki Sırp'ı camiaya kabullendiremeyiz" diyen bir başkandan ve ona bunu söyleten sistemden fazlasını beklememek lazım. Dolayısıyla, aşağıdaki listede yine kendimiz çalıp kendimiz oynayacağız.

1-Andrea Consigli (İtalya): Alman Manuel Neuer zaten bilinen bir isim. Dolayısıyla onun yerine daha patlamaya hazır bombayı aldık. Atalanta kalecisi Andrea Consigli. Bu turnuvanın sonunda Ümit milli takımdan A milli takıma terfi edecek. İsveç'i 2-1 mağlup ettikleri ve turnuvaya damgasını vuran Marcus Berg'in gol atamadığı tek maçta maçın adamı seçildi. Atalanta'da bu sene kaleyi devralacak. Sonraki yolu da doğduğu şehir Milano'ya doğru gider tahminim.

2-Sebastian Boenisch (Almanya): Sol bek ona emanet. Alman futbolcu finale gelene kadar oynanan maçlarda çok iyi bir grafik çizdikten sonra final maçında da mükemmele yakın oynadı. Arsenal'li harika çocuk Theo Walcott final maçında sahada görünmedi çünkü Boenisch onu etkisiz hale getirmişti. Polonya asıllı, 22 yaşındaki Werder Bremen'li milli takımın önemli isimlerinden birisi olacak.

3-Domenico Criscito (İtalya): İtalya'nın turnuvayı sadece 2 gol yiyerek kapatması bir tek kaleci Consigli'nin değil onun da eseri tabi ki. Paolo Maldini onu geleceğin en önemli İtalyan savunmacılarından birisi olarak gösteriyor. Juventus onu Genoa'dan almıştı, geçen sezon yine onlara kiralayıp bu sezon sonu da bonservisiyle verdiler. 22 yaşında.





















4-Dzmitry Verhawtsow (Belarus): Turnuvanın sürpriz adaylarından Belarus'un savunmasında görev alıyordu oyuncu. Takımı gruptan çıkamadı ama Verhawtsow'un Sırbistan maçındaki performansı ona maçın adamı ödülünü getirdi. Listenin en sessiz ismi. Belarus Ligi takımlarından FC Naftan Novopolotsk forması giyiyor. 22 yaşında ve 7 kez A milli oldu şu ana dek.

5-Andreas Beck (Almanya): Sol bek olduğu gibi, sağ bek de Almanlara emanet. Beck Almanya'nın finale kaldığı İtalya maçından sonra maçın adamı seçilmişti. Bu çizgiyi aynen finale de devam ettirdi. Boenisch ile beraber İngiltere'nin iki kanatına da geçit vermediler. Sırasıyla 17,18,19,20 yaş altı takımlarında oynayıp buraya geldi. 22 yaşında ve Hoffenheim'da forma giyiyor. Onun da gelecekteki yeri A milli takım olacak.

6-Lee Cattermole (İngiltere): Finalde bozguna uğrayan İngiltere'nin ayakta kalan ender isimlerindendi Wigan'lı oyuncu. 21 yaşında. 3.5 milyon pound karşılığında Middlesbrough'dan transfer edildi 2 sezon önce. Wigan'da orta sahada defansif görevler üstlenmesine rağmen turnuva boyunca İngilizlerin hücum hattına yakın oynadı. Duran topları da çok iyi kullanan oyuncu Fabio Capello'nun 2010 kadrosunda sürpriz şekilde yer bulabilir. Her ne kadar mevkisinde çok ciddi rakipleri olsa da.

7-Mark Noble (İngiltere): İngilizlerin böyle bir özellikleri var. Orta sahanın iki yönüne de yetişebilen oyuncular yetiştiriyorlar. West Ham'lı Noble da aynen Cattermole gibi bu furyanın son ürünü. Noble 22 yaşında ve 21 yaş altı takımının kaptanlığını yaptı son kez. artık şansını A takımda deneyecek. Şimdiden 100'den fazla Hammers forması giydi. West Ham akademisinin son ürünlerinden.



















8-Milan Smiljanić (Sırbistan): Son yıllardaki modaya uyarak erken keşfedilmiş bir isim Smiljanić. Espanyol'da forma giyiyor. 2 sezon önce onu Partizan'dan 3.5 milyon euroya transfer etti Barcelona kulübü ve 2 sezonda 50'ye yakın maça çıktı Sırp. Üstelik 6 kez de A milli takım formasını giymiş durumda. Sırbistan'ın Dünya Kupası elemelerinde mükemmele yakın giden formu ona bir 2010 Dünya Kupası yolculuğu kazandırabilir.

9-Marcus Berg (İsveç): Ne diyelim ki. Turnuvanın tek kelime ile yıldızıydı Berg. Onu ilk bloga taşıyışımız 1,5 sene öncesine dayanır. Şöyle demişiz yazının sonunda "21 yaşında olmasını da işin içine katarsak onunla ilgilenen Ajax, PSV ve PSG gibi kulüpler ceplerinden rahat bir 5 milyon euroyu çıkarmak zorunda kalacaklardır. " Artık o fiyatı rüyalarında göremezler. 7 golle turnuvanın gol kralı oldu Berg ve 2008-09 sezonu boyunca, tüm müsabakalar dahil çıktığı 48 maçta 34 gol attı. Bu 0.71'lik bir ortalama demek. O 5 milyonu 15 milyon yapın siz en ucuzundan.

10-Mesut Özil (Almanya):
Dün Joachim Löw tribünlerdeydi ve bir resitale şahit oldu Türk asıllı oyuncu tarafından. 2 asist yapıp 1 gol attı Mesut ve maçın adamı seçildi. Tüm otoritelere göre de İngilizlerin ipini çeken adam oldu zira tek kelime ile muhteşem oynadı. Bu performansında büyük bir düşüş yaşamazsa, sırf dün akşamki oyunu bile onu 2010 Dünya Kupası kadrosuna sokacaktır. 20 yaşında ve Werder Bremen'de forma giyiyor.

11-Ola Toivonen (İsveç): Evet gördüğünüz gibi takımın forvet hattı Hollanda Ligi'nde oynayan İsveçlilere emanet. Toivonen 4.5 milyon euroya 2009 yılının başında PSV Eindhoven'a transfer oldu. Yeni sezonda Fred Rutten'in en büyük kozu olacak. Uzun boylu, ayaklarına hakim, aynı zamanda orta sahada da görev yapabilen çok yönlü bir oyuncu. Yeni bir Zlatan Ibrahimovic olur mu? Fiziği, çizdiği yol şimdilik aynı gidiyor. Zlatan Malmö'den Ajax'a gitmişti, Toivonen de Malmö'den PSV'nin yolunu tuttu. Göreceğiz.

CLUB LETOONIA




















Öncelikle söyleyeyim bu ne tek başına bir tanıtım, ne bir beğeni ne de bir tavsiye yazısıdır. Aslında tümünün birleşimi. Bundan önce forzabrian'ın dillere destan bir Clup Phaselis yazısı vardı bilirsiniz Freddie'nin Kabusları cinsinden. Türk turizm sektöründeki falsoyu gösterdikten sonra bir de iyi tarafını da anlatmak lazım tabi. 9 Haziran-16 Haziran tarihleri arasında, 1 hafta boyunca hayatımızı taşıdığımız Fethiye'deki Tatil Köyü Letoonia Club-Hotel'in bıraktığı etkileri taşımak lazım diye düşünüyorum.



















Öncelikle belirteyim başlamadan önce bendeniz hiçbir zaman deniz, kum, güneş tatilinin insanı olamadım. Güneşi sevmem, yağmuru, karı ve soğuğu severim. Güneşin insanı terletmesi, yapış yapış etmesi, bunun üzerine klima etkisiyle de yazın ortasında hasta etmesi gibi yan dezavantajları da vardır elbet. Soğuktan ise üzerinize kalın bir şey giyip kurtulursunuz. Dışarısı soğuksa kapalı bir mekana girersiniz ve ısınırsınız. Ama sıcaklıktan kaçmak için kapalı yerlere kaçmak da yetmez. Bu ve benzeri nedenlerle benim için Norveç, İsveç, Rusya gibi ülkeler Hawaii, Karayipler, Bahamalar gibi tatil yörelerinden daha çekici ülkelerdir. Bir de bana bir insaın 1 hafta boyunca sahilde yatıp güneşlenmesi ve denize girmesi zaman kaybı gibi geliyor. Tatil benim için yan gelip yatacağınız süre anlamına gelmiyor, yeni yerler görmek, yeni kültürlerle karşılaşmak da tatilin bir parçası olmalı. Yani ben tatillerde aylaklık yapan değil gezip dolaşan ve evet yine yorulan kitleye mensubum.



















Ama yukarıda anlattığım her şeyin bir istisnası oldu Letoonia benim için. Tabi bunda uzun süredir deniz kıyısında bir tatil yapmamamın da etkisi vardır elbet. Beni kırmayıp, bizzat ufak bir sohbet yaptığımız Letoonia Satış Müdürü Şahin Toprak'ın da belirttiği gibi Letoonia mimarisini oturtmuş, Fethiye'ye otomobil ile 10 dakika mesafede 4-5 adet koyu içeren oldukça kapsamlı bir tatil köyü. Öncelikle Yunan tanrılarına atıf yapılarak inşa edilen mimari yapılar ile gönlümüzü fethetti girişten itibaren, ama herhalde bizi en çok sevindiren tatil köyünün doğa ile içiçe, rengarenk bitki örtüsü içine yerleştirilmiş, harika bir akustiğe sahip yapısı idi. Kafa dinlemek kavramını gerçekten yapabileceğiniz yerlerden birisi Letoonia. Havuz ve denizini uzun uzun anlatmayacağım zira çok donanımlı bir deniz-havuz gurusu değilim. Ben gayet memnun kaldım onu diyeyim.





































Bu satırları yazmama sebep olan diğer bazı noktaları yazmam lazım. Tatil köyü personelinin oldukça nazik ve bana göre çok önemli olan yabancı-yerli turist ayrımı yapmadan herkese eşit mesafeli davranması (animatörlerin ve personelin tümü toplu anonsları İngilizce, Rusça ve Türkçe yapıyordu), her gün bizi bungalow'dan çıkıp 10 dakika yürütmesine razı olduğumuz Spa Merkezi (hayatımda ilk kez üstüste Sauna ve Steam Room'a girdim bir ara buharlaşıp uçacağım sandım), harika manzarası ve yemekler.......İşte geldik beni bitiren noktaya. Açık söyleyeyim hayatımda bir daha bir Türk otelinde veya tatil köyünde böyle yemekler yiyebileceğimi sanmıyorum. Letoonia aşçılarının tümünün elinden öpüyorum. Mekandan shuttle ile ayrılırken geriye dönüp baktığımızda köyü ağaç, sahil, havuz şeklinde değil de rosto, patates oturtma, antep ezme, tas kebabı, lokma şeklinde görüyorduk. Tekrar ellerine sağlık.




















Letoonia 111 otel odası ve 495 bungalow'dan oluşuyor. Sabah 8'den akşam 1'e kadar tatil köyünün bir dolu farklı noktasında karnınızı deli gibi doyuracak açık büfeler mevcut (saat 4'te dökülen lokmaların midemde yeri hala ayrıdır). Su sporları ve sportif aktiviteleri saymıyorum bile. Ayrıca tatil köyünün merkezinde her akşam sizi eğlendiren (ben Rus ve İngiliz turistler kadar eğlenemedim ama) yetenekli animatörler var. Letoonia'nın Belek'te bir de Golf Resort'u mevcut. Ben Fethiye'deki tesisin internet sitesini vereyim ve gidenlerin tümüne şimdiden iyi tatiller ve afiyet olsun diyeyim.

"Two Thums Up"

Club-Hotel Fethiye

ALLAH'IN SEVGİLİ KULU-2















Dün Malmö'de Alman 21 yaş altı takımıyla Avrupa'nın zirvesine çıktı Horst Hrubesch. Alman futbolundaki teknik adamlık görevine dönmeden önce görev yaptığı son yer Samsunspor'du. Çok uzun sürmedi Samsun kariyeri. 2000 yılında Almanya'ya dönüp altyapı üzerine çalışmalarını yoğunlaştırdı. 4 yıl boyunca Alman ümitlerinin hocası olan DieterEilts geçtiğimiz Kasım ayında Hansa Rostock'un başına geçmek için ayrılınca stepne hoca olarak getirildi gençlerin başına. Ancak Eilts'ın 4 senede yakalayamadığı başarıyı 8 ay sonra yakalamayı başardı. Bu çıkış onu Alman futbolundaki hocalık kariyerinde yeni sayfalar açacaktır. Kendisi futbolculuk yıllarında zaten tarihe geçmiş bir oyuncuydu. Hamburg forması ile kazandığı başarılar ve Alman Milli takımı ile 1980 Avrupa Şampiyonluğu onu Alman futbolunun unutulmazları arasına soktu. Özellikle Belçika ile oynanan finalde attığı 2 kafa golü onun kariyerinin zirve noktasıdır. İlginç olan Hrubesch'in o golere kadar turnuvada hiçbir gol kaydına muvaffak olamamasıdır ki işte anlatacağımız enfes hikaye de bunun sebebi ile ilgilidir. Jupp Derwall'in müthiş kitabı "Futbol Basit Bir Oyun Değildir" kitabından alalım.

"................Horst Hrubesch sezon sonunda 28 Mayıs 1980'de Madrid'te yapılan Avrupa Kupa Galipleri finalinde Nottingham Forest'e karşı Hambur'un kadrosunda yer almıştı. Oyunu Hamburg 1-0 kaybetmişti. Hrubesch hem bu fşnal yenilgisinin etkisini henüz üzerinden atamamış, hem de dinlenmek ve Avrupa şampiyonasına hazırlanmak için yeterli zaman bulamamıştı..........

Bu nedenle onu ilk maçımızda onbine koymadım.....Oyunun tek golünü Rummenigge attı....
Ertesi gün, antrenman bitice Horst Hrubesch yanıma gelerek, yemekten sonra iki saatliğine kente gitmek için (Roma) izin istedi. Onu dürüst ve açık bir insan olarak tanıdığım için izin verdim ve iki saat sonra otele dönmesini söyledim.

...Hollanda maçına 1 gün kala Napoli'ye hareket ettik. Hrubesch üçüncü milli maçını oynayacaktı. Daha ilk yarıda 3-0 öne geçmiştik. Gollerin hepsini Bernd Schuster'in derin paslarıyla Klaus Allofs atmıştı. Horst Hrubesch sonuna kadar oyunda kalmış ama gol atamamıştı. Roma'da kahvaltıdan sonra tedirgin bir halde olduğunu gördüm. Tam dışarı çıkarken benden iki saatliğine kente inmek için izin istedi. Mutlaka bugün gitmesi gerektiğini söyledi ve "Hocam, benim için çok önemli, lütfen, dedi". Onu üzmek istemedim, öbür oyuncuların da özel şeyleri olabilirdi, tek başına takılmak isteyebilirlerdi. Uzatmadan peki dedim ve yine zamanında otelde olmasını söyledim. Hrubecsh böyle ikide bir kente inmesinin sebebini bana turnuvadan sonra söyleyeceğini ekledi.


Yunanistan'la Torino'da berabere kalıp şampiyona finalini garantiledikten sonra Hrubesch yine karşıma dikildi. Ben gözlerimi sıkcıa yumdum. Kulağıma sadece "kente inmek-bir saat-bu son olacak-hiç gecikmeyeceğim" filan gibi sözler geliyordu. Epeyce düşündüm, yemekten sonra şöyle dedim: "Sadece bir saat. Ayrıca yanına birini de katacağım ve otele tam zamanında döneceksin".


Yarım saat geçtikten sonra kapıda dikilip onu beklemeye başladım. Derken Hrubesch göründü, yüzünde merakımı çeken bir gülümseme vardı. Daha uzaktan seslendi: "Hocam gördüm onu! Papayı gördüm hocam! Papayı gerçekten, hem de çok yakından gördüm". Memnun, mutlu ve müteşekkir görünüyordu. O zamana kadar Hrubesch'in böylesine inançlı bir Katolik olduğunu bilmiyordum.

........Hrubesch final maçı öncesi Alman liginde kendisini kanıtlamıştı ama mşlli takımdaki ilk beş maında gol atamamıştı. Yine de onu oynatmak riskli olmaz dedim kendi kendime. Mücadeleciydi, kafa topları ve şutları güçlüydü. Ona orta yapacak olan da Hamburg'da beraber oynadığı Manni Kaltz'dı.

1980 Avrupa Şampiyonası finalini 2-1 biz kazandık. Bizi galibiyete taşıyan iki golün de sahibi, önceki iki üç gün durmadan Papa'nın peşinde koşturan Hrubesch'ti. Ve onu gördükten sonraki ilk maçında golleri atmıştı. Bu goller bize 1972'den sonra 1980'de ikinci kez Avrupa şampiyonluğu unvanını getirmişti......
"

Allahın Sevgili Kulu

ATIN İNTİKAMI

Sakar sakatlıklarla ilgili bir listemiz vardı daha önce. Futbol sahaları dışında sakatlanarak formalarından uzak kalan adamları konuşmuştuk, ama o yazıda konuştuğumuz veya yorumlara gelen hiçbir sakatlık futbolcunun kariyerini bitirecek kadar değildi. Bu seferki öyle. Alman 2. Ligi takımlarından Duisburg'un kalecisi Sven Beuckert büyük bir ihtimalle futbol hayatının sonuna geldi. Sebebi geçtiğimiz günlerde tatili sırasında meydana gelen talihsiz kaza. Beuckert atıyla gezintiye çıkmak için atlamış üstüne. Biraz gitmiş ancak atın huysuzlanması sonucu yere düşmüş. Nasıl oldu bilemiyoruz ama sağ eline baktığında baş parmağının yerinde olmadığını görmüş. "Sağ elimde bir acı hissettim ve baktığımda gözlerime inanamadım" diyor. Hemen en yakındaki hastaneye yetiştirilmiş ve 3 saatlik bir operasyonla parmağı yerine dikilmiş ama sinirlerin tekrar eski haline dönüp dönmeyeceği ve Beuckert'in tekrar kaleye geçip geçemeyeceği belli değil. 35 yaşında Alman kaleci, kariyerinin zaten son yıllarını yaşıyor. Duisburg geçtiğimiz sezonun bitiminde onu serbest bıraktı. Yani şu anda herhangi bir takımı da yok. Bu durumdaki bir kaleciyi de herhangi bir kulübün transfer ederek riske gireceğini sanmıyorum. Dolayısıyla dünya futbolunun bir hayvan sebebiyle meydana gelen, kariyer sonlandırmalarının ender örneklerinden birisiyle karşı karşıyayız.

Daha önce İngiliz Sven Barnard, Barnsley'de oynadığı 1997-98 sezonunda yeni aldığı köpeğinin evinin zeminine bıraktığı dışkıya basarak kaymış ve diz bağlarının kopartarak 5 ay sahalardan uzak kalmıştı. Son olarak geçtiğimiz sezon da Feyenoord'un defans oyuncusu Hofland ADO Den Haag maçı öncesi cuma akşamı köpeğini gezdirirken köpeği aniden sola kendisi sağa gidince bileği dönmüş ve 2 hafta forma giyememişti.

29 Haziran 2009 Pazartesi

SAY SAY SAY

PRINCE TAGOE

Şenol Güneş'in takımı FC Seoul, Japon Kashima Antlers'i Asya Şampiyonlar Ligi'nden eleyip çeyrek finale kalırken aynı turda Pakhtakor Tashkent'e elenerek kupaya veda eden Suudi Arabistan'ın Al-Ettifaq takımının bir oyuncusu da Asya'da 4 senedir harcadığı mesaiye de nokta koymuş oldu. Koydu ama bavulunu toplayıp Bundesliga yolunu tuttuğunda halen kupanın gol krallığı listesinde Leandro'nun ardından 8 golle ikinci sıradaydı. Gana'lı 22 yaşındaki oyuncu Prince Tagoe, gelecek yıldan itibaren Hoffenheim'da Vedad Ibisevic'in yanında yer alacak ve geçtiğimiz sezonun ilk yarısındaki rüyaya dönmek isteyecekler. Tagoe kariyerine memleketi Gana'da başladı. Profesyonelliğe adım attığı kulüp Gana'nın en büyük iki kulübünden birisi olan Hearts Of Oak. 2004-05 yılında şampiyon olan kulüple beraber 19 yaşındayken gol krallığı başarısını yakaladı. Bu onu Bundesliga'ya daha kariyerinin başında getirecekti ama Mainz 05'e olan transferi Hearts Of Oak'un ihmali sebebiyle yattı. Tagoe de soluğu Suudi Arabistan'ın Al Ittihad takımında aldı. Son 4 senedir bu ligde mücadele ediyor ve Al Ittihad'ın ardından önce Al-Shabab'da, sonra da bu ligde formasını giydiği son takım olan Al-Ettifaq'da oynadı. Bu süre boyunca hiçbir zaman sezon başına 10 golün altına düşmedi. Asya Şampiyonlar Ligi'ndeki performansı bir zamanlar kıyısından dndüğü Bundesliga'ya dönmesini sağladı ve futbolcu 9 Haziran'da Hoffenheim ile sözleşme imzaladı.

İsminden hareket ederek "Gollerin Prensi" diyorlar onun için. Stili bana CSKA Moskova'lı Vagner Love'u hatırlatıyor. Tabi daha da ileri gidip Samuel Eto'o'ya da benzetenler var. Tabir-i caizse kopup giden bir forvet. Hoffenheim transferi onu otomatik olarak Gana milli takımının da kadrosunun aranan adamı yapacaktır. Geçtiğimiz sezon Ibisevic'in sakatlığının ardından düşüşe geçen Hoffenheim hücum hattı bu sene sakatlıklarla beli bükülmezse en azından ön tarafta pek sıkıntı çekmeyecektir.

NİRVANA






















































06.06.2009, Eğirdir Gölü, Isparta

WIMBLEDON'DA İLK HAFTANIN ARDINDAN




















Tatil boyunca tenis namına gördüğüm tek şey Federer-Söderling Roland Garros finalinin son setiydi. Çok büyük bir işi başardı Federer kazandığı zaferle. Nadal'la finali oynamamasının bu başarıyı gölgelememesi lazım kesinlikle. Kariyerinde hep önünde olduğu rakibine 3 Grand Slam finalinde arka arkaya mağlup olduktan sonra tahtını kaybetmiş bir adam bir kaç ay sonra dünyada 4 Grand Slam'i de kazanmış isimler arasına kendisini sokuyorsa bunun değerini düşürecek yorumlardan kaçınmak gerekir. Bunu yapan son adam olan Andre Agassi, 1992'deki Wimbledon zaferi ile 1999'daki Roland Garros zaferi arasında bir ara (sakatlığın da etkisiyle) 141. sıraya kadar gerilemiş ve kariyeri tepetaklak olmuştu. Federer ise 2003'teki Wimbledon ile 2009'daki Roland Garros zaferi arasında ikinci sıradan aşağıya hiç düşmedi. Dolayısıyla İsviçre'linin hakkını vermek lazım hiç şüphe etmeden. Tabi turnuva başında yaptığım "Nadal şampiyon, ikinciyi tartışalım" yaklaşımının da hatalı olduğu görüldü. Sadece futbol değil, tüm sporlar gibi tenis de sahada oynanıyor, bir kere daha ders olsun hepimize. Bayanlar tarafındaki Kuznetsova şampiyonluğu çeyrek finaldeki Serena Williams maçından sonra sonuna kadar hakedilmiş bir şampiyonluktu. Safina'nın kaybettiği üçüncü final oldu bu. Geçtiğimiz hafta içi bir röportajı var Safina'nın. Serena Williams'ın bir kaç ay önce yaptığı "Grand Slam kazanılmadan 1 numara olunmaz, halen dünyanın 1 numarası aslında benim" açıklamasına isim vermeden "bunlar kıskançlık içeren açıklamalar, dünya sıralamasında sadece 4 turnuvaya değil tüm yıla bakılıyor, tüm yılın sonunda da 1 numara bensem, 1 numarayımdır" şeklinde bir cevap verdi, ama o da bu meselenin sırtında bir yük oluşturduğunu biliyor.

















Wimbledon'da ilk haftanın ardına gelelim. İneklerin matadoru yok biliyorsunuz bu sene. Buradan hareketle Roland Garros'taki gibi "Federer şampiyon, ikinci kim" moduna girebilirdim ama ne yalan söyleyeyim Roland Garros'taki Söderling tokatı aklımın bir köşesinde. Üstelik bu iki isim 3 hafta öncenin finalinin rövanşı için bugün 4. turda karşı karşıya geliyor. İngilizler Tim Henman'la yaşadıklarını bu sefer de Andy Murray ile yaşayacaklar belli ki. Yine gazlıyorlar da gazlıyorlar İskoç'u. Ancak Murray'in inanılmaz savruk bir oyun stili var. Çok iyi oynadığı bir periyodda dahi, kortta bir o yana bir bu yana koşturuluyor, fazla kalpten oynuyor ve bu nedenle de oyun içinde çok fazla iniş çıkış yaşıyor. Murray'in performansını günlük değerlendirmek lazım. Son 16'ya seribaşları dışında 2 tenisçi kaldı. Birisi Lleyton Hewitt. Diğeri İsrail'li Dudi Sela. Sela 20 yıl sonra Wimbledon'da son 16'yı gören ilk İsrail'li oldu. Hewitt 2002'deki Wimbledon zaferinden beri Grand Slam kazanamıyor. Şu tabloda Federer'i zorlayabilecek kim olabilir diye bakıyorum ama kimseyi bulamıyorum. Yine de bugünkü ve yarınki 4. tur maçlarını iyi izlemek lazım.


















Bayanlarda iş çim korta ve Wimbledon'a gelince tahminim hep aynıdır. Ana tablo sağolsun yine bir aile pikniği olacak böyle giderse Wimbledon'da. Baba Williams fotoğraf makinesini şarj ediyordur yine. Son 9 yılda Wimbledon finalinde sadece 1 kez Williams soyadı skorbord'da yoktu. O da 2006'daki Mauresmo-Henin finalinde. Serena'nın final yolundaki en büyük rakibi Dementieva olur yarı finalde. Üst tarafta ise olası bir Venüs-Dinara yarı finali bizi bekliyor. Ana Ivanovic de o tarafta. Sırp 2008'deki Roland Garros zaferinden beri hiçbir Grand Slam'de 4. turdan yukarı çıkamadı. Bugün bunu değiştirmek için Venus karşısına çıkacak. Güzel bir maç olmasını bekliyorum ama Ivanovic'in kazanması büyük sürpriz olur benim açımdan. Caroline Wozniacki de kariyerinde ilk kez bir Grand Slam çeyrek finali görmek için korta çıkacak. Bayanlarda görüntü Serena-Venus finaline koyarsa Safina'nın taş koyacağı. Tabi bu ikili finalde karşılaşırsa yukarıdaki düellonun çim korta yansıması fena olur biliyorum. Şunu da biliyorum ki Serena bu tür maçlarda hafiften "Duvar Ahmet" moduna giriyor ve "belalı Bronx zencisi" havasına bürünüyor. Bu nedenle seyirciden ırkçı saldırı almışlığı da var, Sharapova'dan göğsüne top yemişliği de, Henin'a bir maç sırasında sinirlenip "bitch" demişliği de. Aynısını Safina'ya yaparsa Rus-Amerikan rekabetinden fena bir maç çıkabilir ortaya. Tabi bunların hepsi varsayım. Cumartesi gününe kadar köprünün altından çok su akacak.

Bu arada Wimbledon'da merkez kortun üstünün kapanması üzerine bir garip olduğumu hatırlatayım. Bu yıla dek yağmur nedeniyle maçların sarkmadığı bir yıl yoktu hatta erkekler finalinin pazartesi gününe kaymışlığı da vardı. Şimdi pazar tatili veriyorlar...

TEMSİL MESELESİ




















Yukarıdaki resim Mecidiyeköy'deki Galatasaray Store'dan. Girişte böyle bir tablo var biliyorsunuz. Galatasaray'ın tarihi boyunca özellikle Avrupa'da kazandığı başarıları ve ilkleri madde madde anlatan uzun bir liste. Aralarında çok gereksiz ayrıntılar da var. Misal "bir sezonda 2 İngiliz takımını eleyen ilk Türk takımı" veya "deplasmanda bir İspanyol takımına 4 gol atan ilk Türk takımı gibi" gibi. Blog okuyucularından Hemşo da uyardı, listenin 3. sırasında "UEFA Kupası'nı hiç yenilgi almadan kazanan İLK ve TEK Türk takımı" yazıyor. 13. sırada da "Avrupa'da UEFA Kupası'nı hiç yenilgi almadan kazanan İLK takım" yazıyor. Burada da bir gereksizlik var. Türkiye Avrupa'da değil mi zaten? 13. madde yazılacaksa 3. maddeye ne gerek var o zaman. Zaten Avrupa'da bunu gerçekleştirdiniz mi Türkiye'de de gerçekleştirmiş oluyorsunuz. Türkiye Galatasaray dışında UEFA Kupası'nı kazanan başka bir takım zaten olmadığından 13. maddeyi yazdığınızda 3. madde tamamen gereksiz bir bilgi haline geliyor.Bir de Galatasaray'lının Galatasaray'lıya şahsi şovu gibi geldi bana, kapıdan girer girmez, ilk karşınıza çıkan şey olarak. Metin Oktay'ı görmek için kasanın etrafını dolaşıp arka tarafa geçmek yerine, onu öne alıp bu acaip mastürbasyon panosunu kupa resimlerinin olduğu yere yerleştirmek daha mantıklı ve alçakgönüllü olurdu. Store'un yeni yerleşimini tasarlayanın bir bildiği vardır gibi klişe bir bağlama yapmayacağım, bir bildiği varsa da yeteri kadar bilmiyormuş öyle diyeyim.

Neyse sadede geleyim. Listenin altıncı sırasında şöyle bir madde var gördüğünüz gibi. "Dünya Kulüpler Şampiyonası'nda Avrupa'yı temsil eden İLK ve TEK Türk Takımı".

Şimdi burada 2 türlü bir bilgi yanlışı var. En azından 1 yanlış bilgi 1 de tartışmalı bilgi. Bahsedilen şampiyona FIFA World Club Cup. Hani şu sonuncusunu Ocak ayında Manchester United'ın kazandığı. Galatasaray'ın temsil etme hadisesinin olacağı ise kupanın 2001 yılında İspanya'da yapılması planlanan ikincisi. Birincisi şu Avrupa'yı temsil etme hadisesi. Şimdi bu yazıdan Avrupa'yı o sene temsil eden tek bir takım oldğunu anlayan bir tek ben miyim? "Avrupa'yı temsil eden" deniyor panoda. Halbuki Avrupa'dna o turnuvaya gidecek olan 2 takım daha vardı. 1999-2000 Şampiyonlar Ligi Şampiyonu Real Madrid ve Deportivo La Coruna. 12 takımın katılacağı turnuvaya Avrupa'dan 3 takım gidecekti. Geldik asıl tartışmalı meseleye. Turnuva hiçbir zaman yapılmadı. Mali sorunlar nedeniyle iptal oldu. Maçlar 28 Temmuz-12 Ağustos arasında yapılacaktı hatta gruplar ve fikstür bile belliydi. Galatasaray Honduras'tan Olimpia, S.Arabistan'dan Al Hilal ve Brezilya'dan Palmeiras takımıyla aynı gruptaydı. Maçlarının tümünü Vicente Calderon'da oynayacaktı. Ama turnuva yapılmadı. Şimdi şunu sormak lazım. O turnuvanın hiçbir zaman yapılmaması Galatasaray'ın temsil etme statüsünü kaldırıyor mu yoksa devam mı ettiriyor? Zira temsil etmek, o eylemi aynı zamanda yerine getirmek değil midir? Örneğin Galatasaray turnuva iptal olmamasına rağmen kendisi çekilse ve yerine başka bir takım gitseydi o zaman yine de Türkiye'yi temsil etmiş mi sayılacaktı, sadece ve sadece davet aldığı için. O halde o panoya "temsil eden" yerine "davet alan" şeklinde yazmak mantıklı değil midir? Yok sadece seçilmek "temsil" için yeterli bir şart mıdır? Bitirirken Türk Dil Kurumu'nun sözlüğündeki "temsil etmek" kavramının açıklamasını verelim.

-Hak ve görev bakımından bir kimse veya topluluğun adına davranmak.
-Belirgin özellikleriyle yansıtmak, sembolü olmak

MOSKOVA'NIN YENİ HOROZU


















Zenit'in önce 2007'de Rusya Ligi'ndeki şampiyonluğu ve kupayı 15 yıllık lig tarihinde ikinci kez Moskova dışına çıkarması, ardından 2008'de elde ettiği UEFA Kupası şampiyonluğu, Zenit'in başlattığı çeşitlilik geleneğini geçtiğimiz sezon Rubin Kazan'ın devam ettirmesi Rusya'da futbolun en azından tekdüzelikten kurtulmasını sağladı. Tabi son 2 UEFA Kupası şampiyonunun bu doğu bloku takımlarından çıkması da lokal bazda değil uluslararası anlamda da dikkatin bu coğrafyaya çevrilmesine neden oldu. Rusya'da S.S.C.B. parçalandıktan sonra düzenlenen 17 sezonun 14'ünde Moskova takımlarının şampiyonluğu var ve bunların 9'u Spartak Moskova'ya ait. 17 sezonun tümünde mücadele edebilmiş 4 takımın tümü Moskova takımları (Spartak, Dynamo, CSKA, Locomotiv), beşinci takım da 15 sezonla Torpedo Moskova. Moskova takımları arasında bu listenin en altındaki kulüp 2006 yılında kapanan Presnya Moskova. Halen faaliyete devam eden Moskova kulüplerinin arasında Premier Lig tecrübesi en az olan ekip FC Moskova. 8 sezondur mücadele ediyorlar ligde ve en iyi dereceleri 2007 yılında gelen dördüncülük. Moskova'nın devleri aasıdna yıllarca geride kalmış kulüp bugünlerde sıranın kendisine geldiğini gösteriyor performansıyla. Zira 12 maç sonunda 23 puanla lider durumdalar.

FC Moskova'nın tarihi için çok fazla geriye değil sadece 12 yıl geriye gitmek gerekiyor. 1997 yılında kurulan FC Torpedo ZIL, 2002 yılına kadar ligde mücadele ettikten sonra mali sorunlar nedeniyle 2003 yılında Madencilik firması "Mining and Metallurgical Company Norilsk Nickel"e satılıyor ve takımın ismi FC Torpedo-Metallurg olarak değişiyor. Ancak bu isimle sadece 1 yıl mücadele ediyor takım. 2004 yılında bugünki ismi olan FC Moskova'ya kavuşuyor. Bugün CSKA Moskova forması giyen Aleksei-Vasili Berezutsky kardeşlerin futbola başladıkları kulüp aynı zamanda FC Moskova. Geçtiğimiz yılı dokkuzuncu sırada bitirdiklerinde teknik direktör değişikliğinin zamanının geldiğini anladılar. Doğuya Amkar şehrine gitmeye karar verdiler, sonradan bunun çok doğru bir karar olduğu ortaya çıkacaktı. Miodrag FC Amkar Perm'i kulüp tarihinin en iyi derecesine, lig dördüncülüğüne taşıyan ve Avrupa Ligi vizesi aldıran Karadağ'lı hoca Božović'i takımın başına getirdiler. 40 yaşındaki Božović göreve gelir gelmez icraatlerini göstermeye başladı. Takım birincilik koltuğunda oturmasının yanısıra ligin en az gol yiyen takımı. 12 maçta sadece 5 gol gördüler kalelerinde. Bunda bir zamanlar CM oyununun efsanelerinden, geleceğin büyük oyuncusu olacağı söylenen Nijerya'lı Isaac Okoronkwo'nun payı büyük. Kariyeri boyunca oradan oraya dolaşıp duran oyuncu, 28 yaşında bir zamanlar sanal dünyada yaşadığı yıldızlığı gerçeğe dönüştürmeye uğraşıyor.

























FC Moskova ilk 12 maç boyunca, Moskova'lı rakiplerinden CSKA'yı 3-1, Spartak'ı 2-0 mağlup etti ve Locomotiv ile 0-0 berabere kaldı. Tek mağlubiyetlerini Dynamo deplasmanında aldılar ve son şampiyon Rubin Kazan deplasmanından puanla döndüler. İlk yarı bitene kadar Zenit deplasmanına gidip, görece kolay maçlarda Spartak Nalchik ve Kurban Krasnodar ile oynayacaklar. Çizgiyi devam ettirirlerse bu ikinci devrede de yarışa dahil olacakları anlamına gelir. Ama tabi her şeye rağmen son şampiyon Rubin Kazan halen en büyük favorisi ligin.

Kulüp maçlarını 13.000 kişilik Eduard Streltsov Stadyumu'nda oynuyor. Tesis kapasitesinin düşüklüğüne rağmen Rusya'da alttan ısıtma sistemi döşenen ilk stadyum. Karadağlı'nın takımı Rus futbolundaki çeşitliliğin bu seneki devam ettiricisi olabilir.

BURAK ÇALIK

Bloga yazdığım ilk yazı olan Kartalspor-Altay maçından İzmir'e dönerken takımla aynı uçaktaydık.Futbolcular uçağın arka tarafında oturuyor, ben ise en önlerdeyim.İkram faslından sonra bir ara fırsat bulup arka tarafa bizimkilerin yanına gidiyorum. Erdal uçuş boyunca ayakta durup muhabbet ettiği için onun boş olan koltuğuna oturup Yasin ile biraz konuşuyorum. Diğerlerine de selam verdikten sonra Yasin'den inişte fotoğraf sözü alıp yerime dönüyorum.Uçak indikten sonra bizim futbolcular yavaş yavaş gelmeye başlıyor. Mehmet'i İsa'yı pas geçtikten sonra ileriden Yasin-Merter-Burak üçlüsünün geldiğini görüyorum. Bu Merter-Yasin ikilisi bizim altyapıdan yetişen ve yıllardır bizim takımda oynayan oyuncular olduğundan tercihim tabi ki onlarla fotoğraf çekilmek oluyor. O sırada yanımızdan geçen Burak'a -yaş olarak benden küçük- ' Burak şöyle güzel bir poz alsana' deyip fotoğraf makinesini veriyorum.Pozu çekildikten sonra da makineyi Burak'ın elinden alıp dışarı çıkıyorum. Orada Brezilyalı Tiago ile de bir poz çekilip babamın yanına gidiyorum. Babama olanları anlatıp "Burak'la fotoğraf çekilmeyip ayıp ettim.Adam gün gelir de meşhur olursa pişman olurum" diyorum. Gülüyoruz.
Play-offlarda Burak'ın kaçırdığı gollerden sonra elendiğimiz maçtan beri futbolla ilişkimi kestiğimden dikkatimi çekmemişti.Son bir haftadır ne zaman gazetelerde bir Altay haberi olsa içinde mutlaka Burak'ın adı geçiyor. Pescara'da yabancı kulüpler tarafından da izlemeye alınmış.Yasin şu an boşta, Merter ise Kayserisporla sözleşme imzaladı. Ya ben futbolcudan hiç anlamıyorum ya da fotoğraf çekilmeyip çocuğun kısmetini açmışız.

Burak önceki sene Baba Tahir-Kara Tren Ramazan-İmparator Orhan üçlüsünden oluşan futbolcu izleme komitesi tarafından keşfediliyor. Keşfediliyor diyorum ama zaten U-19 forveti olarak milli olmuş bir futbolcu. Daha sonra Tahir birkaç kez daha Erzincan'a gidip Burak'ı izliyor ve onu ikna edip Altay'a transfer olmasını sağlıyor. Lig öncesi oynanan TSYD kupası maçlarında bile şans bulamıyor.Çünkü Şehmuz gibi kalantor bir forvet, Brezilyalı Tiago ve Arjantinli Molina varken sıra ona gelmiyor. Ancak sezonun ilk maçı olan Kartalspor maçına Burak ilk 11 başlıyor. Sebebi de yabancıların lisanslarının maça yetişmemiş olması. Aslında büyük bir yönetim/menajer zaafiyeti olan bu olay Burak için adeta büyük ikramiye.Çıktığı ilk maçta 1 gol atıp 1 de asist yapıyor. Maçtan sonra formasını çıkarınca çiroz tabir edilen zayıflıkta olan bir futbolcu olduğunu görüyoruz. Yapı ve stil olarak Tuncay Şanlı'ya benzediğini düşünüyoruz-kendisinin idolü de Tuncay imiş. Ben Tuncay'ı bize karşı olan davranışlarından ötürü sevmem ama kariyer olarak örnek alınacak doğru bir futbolcu -. Sonraları Burak çoğu maça ilk 11 çıkmaya başlıyor ve özellikle Alsancak'ta oynan maçlarda taraftardan büyük destek görüyor. Ceza sahasının içinde hızıyla adam geçebilmesi herkesi mest ederken kaçırdığı goller saç baş yolduruyor. Alsancak kafelerinde 'kepçe' lakabıyla nam saldığını da atlamayalım. Buradan rakip defans oyuncularına da tüyoyu vereyim, Burak'ın en büyük özelliği ceza sahasının köşesinde aldığı topu ters ayağıyla(sol) çok atik bir şekilde sürebilmesidir.Yapacağı en ufak müdahelenin penaltıya sebep olacağını bilen defans oyuncuları onun karşısında kilitlenip kalıyor ancak yaptığı berbat ötesi vuruştan sonra nefes alabiliyorlar. Burak'ın bu sezon ligde 12 golü var ama karşıya karşıya kaçırdığı en az 72 gol vardır. Şehmuz'un Galatasaray'a attığı spektaküler gol gibi Burak'ın da Güngören Bld.'ye attığı uçan tekme-vole karışımı tam köşeye giden harika bir golü var. Kasımpaşa maçının 107. dakikasında tüm yarı sahayı deparla geçip kaleciyle karşı karşıya kalması da hızının ve gücünün bir kanıtı. Ama golü atamadı tabi.

Umarım son vuruşlardaki beceriksizliğini giderebilir.Eğer bunu başarabilirse geleceğin büyük forvetlerinden biri olacağını şimdiden söyleyebilirim.Son olarak da buradan Burak'a seslenmek istiyorum: "Benimle fotoğraf çekilmeden Manchester'e gitme"

by Sercan Akan

SAĞIR SULTANLARIN FAN SHOP'U
























Zaman zaman Avrupa futbolundaki kulüplerin kurumsal yapılarını, taraftarlarla olan ilişkilerini, basına olan tavırlarını ve etraflarında olan bitenlerle ilgili tepkilerini ele alıp Türkiye'deki kulüplerle karşılaştırıyoruz ve maalesef de çoğu zaman Türkiye'deki kulüplerin uygulamaları fena şekilde sınıfta kalıyor. Bu sefer anlatacağımız hikaye ise Avrupalı'nın falso verdiği bir hadisenin haberi, hem de fahiş bir falso. Böylesini ilk kez gördüm hatta söyleyebilirim rahatlıkla. Özellikle İstanbul kulüplerinin "store" adı verilen resmi ürünlerinin satıldığı dükkanları bilirsiniz. Yeni bir transfer yapıldığında, daha transfer borsaya bildirildikten 1 saat sonra isminin yazılı olduğu forma dükkanda vitrine düşmüştür ve bir kaç gün içinde de bir imza günü tertiplenip cukka cebe indirilir. Ben Türkiye'de iken Frank Rijkaard Galatasaray ile anlaşmıştı. 2 gün sonra Mecidiyeköy'deki çadıra girdiğimde üzerinde Rijkaard yazılı bir turuncu Galatasaray forması duruyordu karşımda. Bizim hatun koyu bir Galatasaray'lı ve çok uzun süredir Hollanda'da ikamet eden birisi olmasına rağmen Rijkaard'ı günahı kadar sevmez, hatta Rijkaard-Gökhan Zan transferinden sonra "bu sezon sadece De Graafschap'ı mı desteklesem" diye de düşünmedi değil bir süre. Neyse dağıtmayalım konuyu bu konuda neyse ki Türk kulüpleri biraz açıkgözdür, şahsım Fenerbahçe'nin de bu "yeni transferi merchandisinge yansıtma" konusunda oldukça başarılı olduğunu söyleyebilir. Şimdi hal böyleyken vereceğimiz örnek, bir çok Türk futbolseverinin sempati duyduğu İskoçya'nın Celtic kulübünün mağazasında yaşanmış hadise, bizim halimize şükrettirecek.



















2 sezondur İskoçya Ligi'nde Dundee United forması giyen Polonya'lı kaleci Lukasz Zaluska Celtic'e transfer oldu 1 Haziran'da. Böylece Boruc'tan sonra yedek eldivenleri de bir Polonya'lıya teslim ettiler. Zaten bu 2 kaleci büyük ihtimal belli bir süre Polonya milli takımının ilk 3 kaleci seçimi içerisinde olacaklar. Celtic kulübüne gönül vermiş küçük Glasgow'lu, 6 yaşındaki Matthew Smith de transferin sevinci ile koşmuş kulüp mağazasına annesiyle, almış formayı, demiş "yazın yeni transferin ismini arkama". Mağaza yetkilileri bakmışlar Matthew'a, "ne kalecisi, ne Zaluskası ne trişkası evladım yok bizde öyle bir oyuncu" demişler. Matthew büyük ihtimal boş bakan çocuk suratına bürünmüş bu cevapla, sonra kalecinin 1-2 hafta önce transfer olduğunu yinelemiş, annesi de konuyu bildiğinden girmiş devreye. En sonunda mağaza müdürü dahil olmuş ortama ve konu hallolmuş. Daha mağazasında çalıştıkları kulübün yeni transfer ettiği oyuncudan bihaber personel, formanın arkasına basacakları ismin yazılışı için googgle'dan aratmışlar Lukasz Zaluska'yı. Üstelik hadiseyi daha komik yapan Zaluska'nın Celtic'e transferinin Aralık 2008'deki ön anlaşma ile belli olması. Yani adamın Celtic'e katılacağı 6 aydır belli. Küçük Matthew'u Galatasaray'ı tutmaya davet ediyorum buradan, Zaluska daha havalimanına indiğinde forması hazırdı.

27 Haziran 2009 Cumartesi

MJ

























Çok bir şey yazmaya gerek yok, Michael Jackson'ın ölüm haberini otobüsle eve dönerken aldım, kendisini bitiren yıldızlar listesine (Mercury, Joplin, Belushi, Presley, Cobain.....) yeni bir isim daha eklendi. Gerçi bu ölüm bağıra bağıra gelmişti, zira bir insanın fiziksel rahatsızlığının psikolojisine, psikolojik rahatsızlığının fiziğine yansımaması imkansızdır. Jackson her iki açıdan da çok problemli bir son 5-6 yıl geçirdi. Heavy metal, rock, rap, pop, new age, klasik müzik, techno, underground, r&b ne tür müzik dinlerseniz dinleyin tüm dünya müzik dinleyicisini etkilemiş bir adamdı. En net örneklerinden birisi benim, blog okuyucuları heavy metal ve rock'a düşkünlüğümü bilirler, dünyadaki en koyu Iron Maiden fanı olduğunu iddia edecek kadar bu yola baş koymuş bendenize bugün "gelmiş geçmiş en iyi müzik videosu nedir?" sorsanız, saniye düşünmeden "Thriller" diye cevap veririm. Son 5-6 yıldaki skandallarının yargılamasını, yaşadığı çocukluk yıllarını da göz önüne alarak yapmak gerekli diye düşünüyorum. Son tahlilde efsane miydi, evet efsaneydi. Pazartesi gününden itibaren eski rayına oturtacağımız blogun kapanışlarını ona ayırmak lazım. E bahsettiğimiz (bize göre) dünya tarihinin en iyi videosuyla başlayalım.

26 Haziran 2009 Cuma

ELİMDEN KİMLER GEÇTİ



Genelde teknik direktör eskiten başkanları konuşuruz da teknik direktör eskiten futbolcular pek göz önünde değillerdir. Zaten bu tür futbolcular genelde aynı takımda uzun süre futbol oynayan ve hangi teknik adam görev alırsa alsın takımdan kesemeyeceği oyunculardır. Bayrak futbolcu tanımına da çok rahat uyarlar. Ryan Giggs, Steven Gerard, Carlos Puyol bu tür oyunculardan ama bu saydıklarımız yazının asıl konusu olan farklı teknik direktörlerle çalışma konusunda pek derece yapabilmiş değiller. Dolayısıyla hem bir futbolcunun o takımda çok uzun süre istikrarlı biçimde futbol oynaması gerekiyor, hem de o kulübün sık teknik direktör değiştirmesi. Sık rastlanan bir durum değil.

Bu konuda rekor İtalyan'ın efsane kaptanı kara kaşlı Giuseppe Bergomi ve Alman orta saha oyuncusu Michael Zorc'a'ait. Bergomi 1981 ile 1999 arasındaki 18 yıllık Inter kariyerinde, Michael Zorc ise 1981-1998 arası 17 yıllık Borussia Dortmund kariyerinde tam 16 farklı teknik direktör ile çalışmış. İkinci sırada Lens'ta 19 yıllık bir kariyere sahip olan Eric Sikora'da. Sikora 19 yıl içinde 15 farklı hoca ile çalışmış. Eğer Javier Zanetti yeni gelecek teknik direktör ile Inter'de oynamaya devam ederse bu da onun 14. yılında 15. teknik direktörü olacak. Şu anda 14 sayısında. Bu sayıya ortak olan bir diğer isim Real Madrid'de 19 yıl boyunca oynayan Manuel Sanchis Hontiyuelo.13 hoca eskitenler ise yine Real Madid'den Raul, Milan'ın efsane ismi Franco Baresi ve Roma'da Francesco Totti. Böylece bakıldığında genel olarak İtalyan ve İspanyol futbolunda son yıllarda hangi 2 kulübün teknik adam değişiminde çok aktif olduklarını görebiliriz. Bir de Ryan Giggs var tabi. Hiç hoca eskitmeyen. Sir Alex takımda iken kariyerine başladı, o takımda iken bitirecek büyük ihtimalle. Bu da başka bir olay tabi.

İnceleme kategorisi için

24 Haziran 2009 Çarşamba

SAADET İÇİN HER ZAMAN PARA GEREKMEZ



Aşağıda Premier Lig tarihi şampiyonlarının şampiyon oldukları sezonlar başlamadan önce transfer döneminde harcadıkları para miktarının sıralaması var. Listeden göreceğiniz gibi dünyanın en prestijli ve en çok izlenen ligi Premier Lig'i kazanmak için 9 haneli rakamlara gerek yok. Hatta birinci sıraya bakınca (inanılmaz geliyor ama) para harcamaya da gerek yok. 1995-96 sezonunda Manchester United duble yaparken (lig ve FA Cup) sezon başı hiç bir oyuncu transfer etmemişti. Üstelik Mark Hughes, Paul Ince ve Andrei Kanchelskis gibi 3 önemli oyuncusunu da satmıştı. Takıma sezon başladıktan sonra katılan tek isim, zaten United futbolcusu olan ama ünlü kung-fu hamlesiyle uzun bir ceza alan "Talisman" Eric Cantona'ydı. Yıldızlar takımdan ayrılınca Sir Alex Ferguson Nicky Butt, Gary Neville, Phil Neville, David Beckham ve Paul Scholes'u A takıma dahil etti. İlk maçı Aston Villa'ya 3-1 kaybettiklerinde İngiliz basını "bu iş çocuklarla olmaz" şeklinde görüş bildirdiler. United o sene Newcastle'ın 12 puan gerisinden gelip şampiyon oldu. Demek ki oluyormuş. Tüm liste aşağıda. Futbolda başarı parayla satın alınmıyor. Tabi işin içinde kadro istikrarı ve altyapının da rolü var. United'ın her sene transfer ettiği oyuncu sayısı en fazla 5. Buyurun.



1995-96 Manchester United (Harcama Yok)
1992-93 Manchester United, £ 1.1 milyon (Pat McGibbon ve Dion Dublin)
1999-2000 Manchester United, £ 1.5 milyon (Quinton Fortune)
2003-04 Arsenal, £2.5m (Cesc Fábregas, Phillipe Senderos, Jens Lehmann ve Gaël Clichy)
1993-94 Manchester United, £ 3.75 milyon (Roy Keane)
1994-95 Blackburn, £ 5.3 milyon (Chris Sutton ve Robbie Slater)
1996-97 Manchester United, £ 7.5 milyon (Raimond van der Gouw, Ronny Johnsen, Ole Solskjaer, Karel Poborsky ve Jordi Cruyff)
2000-01 Manchester United, £ 7.8 milyon (Fabien Barthez)
1997-98 Arsenal, £ 14.55 milyon (Alex Manninger, Manu Petit, Giles Grimandi, Luis Boa Morte, Alberto Mendez, Marc Overmars, Lee Canoville ve Christopher Wreh)
2006-07 Manchester United, £ 18.6 milyon (Michael Carrick)
2001-02 Arsenal, £ 22.25 milyon (Francis Jeffers, Giovanni van Bronckhorst, Sol Campbell ve Richard Wright)
1998-99 Manchester United, £27.75 milyon (Jaap Stam, Jesper Blomqvist ve Dwight Yorke)
2002-03 Manchester United, £ 30 milyon (Rio Ferdinand)
2005-06 Chelsea, £ 53,4 milyon (Asier del Horno, Scott Sinclair, Lassana Diarra, Shaun Wright-Phillips, Michael Essien)
2004-05 Chelsea, £ 89.05 milyon (Petr Cech, Arjen Robben, Paulo Ferreira, Mateja Kezman, Didier Drogba, Tiago, Ricardo Carvalho)

BİZİM MAHALLENİN ÇOCUĞU



Aslında tüm dünyada bu özelliğiyle ün yapmış ve bilinen bir tek Athletic Bilbao vardır. Bask bölgesinin takımı kadrosunda sadece o bölgede doğmuş futbolcuları bulundurur. Kısa bir süre bu takımın formasını giymiş ve . 1. Dünya Savaşı'ndan bu yana takımdaki tek yabancı futbolcu olan Fransız Bixente Lizarazu oynadığı dönemde ETA örgütünden bir çok tehdit almıştır. Aslında Lizarazu bir yabancı olmasına rağmen Fransa'nın Bask bölgesinde doğmuştur. Yani bir bakıma gelenek bozulmamıştır. Bahsedeceklerimiz ise Athletic Bilbao'yu bu gelenekte yalnız bırakmayan takımlar.

Meksika'nın "Club Deportivo de Guadalajara (Chivas)" takımı yüzyıldır sadece ve sadece Meksika doğumlu oyuncuları kadrosunda bulunduruyor. Kulübün tarihinde yabancı bir futbolcu yok. Ancak daha önce Uruguaylı ve Brezilyalı teknik direktörler görev yapmış. Kulübün sahibi Jorge Vergara'nın iki takımı daha var. Kosta Rika Ligi'nden "Deportivo Saprissa" ve ABD ligi'nden "Chivas USA".Vergara'nın takımı satın aldığı 2003 yılından beri Saprissa da sadece Kosta Rika doğumlu oyunculara kadrosunda yer veriyor. Tabi Vergara aynı politikayı Chivas USA'da uygulamaya çalıştı ama başarılı olamadı. Zira takım bir ABD ligi takımı ve Meksikalı oyuncuların takımda varolması yabancı sınırına takılacağından söz konusu rüya geçekleşmedi. Ama 2005 yılında takım ilk kez ligde mücadele etmeye başladığında kadrodaki tüm oyuncular İspanyol veya Latin kökenli idi.

Ekvator liginden "Club Deportivo El Nacional" de bu yolun yolcusu. Ekvator ordusunun takımı olarak bilinen (El Equipo Militar (The Military Team)) ekipte sadece ve sadece Ekvator doğumlu oyuncular görev yapabiliyor.

Bu akımın değineceğimiz son temsilcisi Singapur Ligi takımlarından "Young Lions". Hatta bu takımın dünya üzerinde kendisini benzersiz yapan bir özelliği var. Kadroda yer alabilmek için bir yaş sınırı var. Takım sadece ve sadece Singapur vatandaşı (Singapur doğumlu olması şartı aranmıyor, vatandaşlık yetiyor) olan ve 23 yaşın altındaki oyuncuları kabul ediyor. Bir futbolcu başka bir ülkede doğmuş ve takımda oynamak istiyorsa bu ancak 23 yaşın altında ise ve Singapur vatandaşlığına geçerse kabul ediliyor. Bu sistemin amacı Singapur futbolunun geleceğini hazırlayacak yıldız oyuncular yetiştirmek.

Bir ara Trabzonspor'da sadece Trabzon doğumlu oyuncuların oynatılması ile ilgili bir fikir vardı. Yukarıda sayılan takımlardan Meksika takımı Chivas Meksika tarihinde 1. Lig'den düşmemiş 2 takımdan biri. Athletic Bilbao'nun İspanya tarihinde 8 lig şampiyonluğu var. Ancak bu özelliğin artık modern futbolda takıma başarıyı getiren bir faktör olduğunu da söylemek mümkün değil. Athletic Bilbao'nun son 25 yıldaki en büyük başarısı 1998 sezonunda ligde aldığı Şampiyonlar Ligi vizesi derecesi.

İnceleme kategorisindeki diğer yazılar için

19 Haziran 2009 Cuma

KAMELOT-PENDULOUS FALL



Anime ve müziğin en iyi buluştuğu videolardan birisi kesinlikle. Tabi ki resmi videosu değil.

There's a way from it all
Though the chances are small
We'll come back again
Won't you think it over
Life is a pendulous fall
But maybe worth the pain
And soon enough we'll go
Where nobody can touch us

BURASI PRESTON MERKEZ



Aslında "holiganizm" veya "holigan" kelimeleri futbol gireli çok uzun zaman oldu. Kaynağı hakkında da bir çok fikir var. Örneğin holigan lafının ilk olarak Liverpool'ın limanlarında çalışan işçilerin futbol maçlarında çıkardıkları olaylar için kullanıldığı söylenir. Aslında "holigan" kelimesinden organize veya toplu futbol şiddetini anlıyorsak, hadisenin kökleri çok eskilerde yatıyor. Tabi doğduğu yerde, her yeni doğan bebeğin konulduğu yer gibi beşiğin ta kendisinde. Futbolun beşiği İngiltere'de. Peki holiganizmin ilk temsilcisi hangi takım. Liverpool? Sheffield Wednesday? Leeds United? Manchester United? Nottingham Forest?....hiçbirisi. Bugün İngiltere 2. liginde mücadele eden Preston North End.

Aslında olayın kökleri 1314 yılına kadar gidiyor. 1314'te, Brave Heart filminde de izlediğimiz Edward I "The Longshanks"'in oğlu Edward II İngiltere'de futbolu yasaklıyor. Kararında da futbolu "içinden Tanrı'nın reddettiği şeytanların çıktığı bir topun peşinde koşulan ve şehrin sessizliğini bozan oyun" olarak tanımlıyor (yine de kadınların 22 kişi bir topun peşinden koşuyor tanımından iyidir). Edward'a göre sokaklarda oynanan bu oyun için toplanan kalabalık şehrin güvenliği için bir tehlike teşkil ediyor. Tabi böyle futbol fakiri bir adamın siyasette de başarılı olması beklenemeyeceğinden sonuçta II. Edward İskoçlara savaş meydanında teslim oluyor. Yerine III. Edward geliyor. "Babanı da sevmezdim süt oğlan" usulü o da bir sürü yasa çıkartıp futbolu engellediği yetmiyormuş gibi okçuluk dışındaki tüm sporları da yasaklıyor (kimse bana İngiltere militarist ülke değildir demesin). Yasalara göre gülle, taş kaldırma, hentbol, futbol, hokey, horoz dövüşü gibi sporları yapanlar ağır cezalara çarptırılıyor.



Yakın çağda meydana gelen ilk holiganizm hadisesi ise 1885'te. 1881 yılında kurulan Preston North End'in Aston Villa ile oynadığı ve 5-0 kazandığı dostluk maçından sonra Villa'lı taraftarlar çileden çıkıyor. İki takım oyuncuları ve taraftarlar birbirine taşlar, sopalar ve tekmelerle saldırıyor. Sonuçta holiganizmin ilk meydan muharebesi Preston'lı bir oyuncunun kısa süreli bilinç kaybı ile son buluyor.1882 yılında Preston'lı taraftarlar bu sefer Queens Park Rangers'lı taraftarlarla bir tren istasyonunda birbirine girip istasyonu harabeye çeviriyor. 13 yıl sonra Blackburn Rovers'la oynadıkları bir maçtan sonra aralarında 70 yaşında sarhoş bir kadının da bulunduğu Preston'lı holiganlar yine İngiltere'yi birbirine katıyor.

Araya giren dünya savaşları ile durulan olaylar 1950'lerde tekrar başlıyor. Bu sefer aktörler Merseyside'dan. Liverpool ve Everton'lı taraftarlar 1955-56 sezonunda Liverpool'daki bir çok tren yolunu tahrip ediyorlar. 1960'larda ise giderek artan olaylar senede ortalama 25 tane şiddet olayının meydana gelmesine yol açıyor. Bu dalga 29 Mayıs 1985'te Heysel'de tüm kötülüğünü ortaya çıkarıyor.

Dolayısıyla Türkiye'de de bir çok takımın taraftarlık ve fanatiklik konusunda yarışması üzerine dikkat çekmek gerek. 132.000 nüfuslu Preston kentinin büyükdedeleri bizim kulüplerimiz ortada yokken deplasman çıkartması yapıyordu. Orası Preston merkez kafasına göre herkes.

FLYING DUTCHMAN'IN SEYİR DEFTERİ-25





















1986-87 sezonunda Serie A'da mücadele eden Como futbol tarihinin en kısır Birinci Lig performansına imza atmıştır. Oynadığı 30 maçta 5 galibiyet 16 beraberlik ve 9 mağlubiyet alan Como, toplamda 16 gol atıp 20 gol yemiş ve ligi 26 puanla dokuzuncu bitirmiştir. Como'nun aldığı 16 beraberliğin 11'i 0-0'dır ve takımın o sene en çok gol atan oyuncusu Giunta bu unvanı 4 golle almıştır. Como o sene sadece 3 maçta bir golden fazla atmış ve sadece 3 maçta birden fazla gol yemiştir. Daha ilginç olan ise takımın bir sene önce de ligi onbirinci bitirirken 15 beraberlik aldığı, bunlardan 9 tanesinin 0-0 olduğu ve toplamda 17 gol attığıdır. Kısacası Como'lu taraftarlar o yıllarda bahis hadisesinin henüz çok gelişmemiş olmasına hayıflanmaktadır.

ARMAN İÇİN OYNA vol. 3
















Serinin üçüncü ayağı, ilk 2 maddenin aksine hukuki boyuta taşınmış bir hadise. Sırayla gitmek lazım. Kentle aynı adı taşıyan Norveç takımı Sarpsborg FK 1903 yılında kuruluyor ve yıllarca Norveç'in alt liglerinde mücadele ediyor. Günümüze yaklaşırken Avustralya'ya gidelim. 2004 yılında profesyonel lig sistemini yeni oturtmaya çalışan ülkede Sydney kentinin takımı Sydney FC kuruluyor ve kendine yukarıda sağda gördüğünüz amblemi seçiyor. Amblem Paul Rhodes isimli bir tasarımcının eseri. Derken Sarpsborg FK 2007 yılında da Norveç 2. Ligi'nde mücadele ettikten sonra yine aynı şehrin takımı olan Sparta Sarpsborg ile birleşiyor ve 2008 yılından itibaren yola yeni bir amblem ile devam kararı alıyor. Yerel bir tasarımcı Ben Host da kulübe gidip amblemi gösteriyor, kulüp yetkilileri de tamam diyor, budur. Budur da Sydney FC olayı haber alınca Avustralya ligi takımlarının arma hakkını elinde bulunduran A-League yetkililerine konuyu iletiyor ve bir soruşturma başlatılıyor. Host, Sydney FC diye bir kulübün varlığından beri haberdar olmadığını açıklamış ama yedirmiş mi bilemem. Armayı ayna misali yansıtmış, Sydney'deki Opera Binası'nı silip yerine 2 tane kale suru çizmiş, sonra da yedirmiş herkese.

Arman için oyna serisi

TÜRK FUTBOLUNDA BETA VE VHS'NİN ETKİSİ





















Transfer döneminden olabildiğince uzak kalınca işin biraz mutfağındaki işlere kafayı takabiliyorsunuz. Aslında bu 1-2 senedir kafamı kurcalayan bir konu ama yazıya dökmek şimdi nasip oldu. Rijkaard'ın imza atmaya geldiği gün, ülkesine dönmesi ile ilgili haber. "......Sarı-kırmızılı takımın maç kasetlerini alıp ülkesine giden Hollandalı çalıştırıcı, bu oyuncularla ilgili kararını kasetleri izledikten sonra verecek. Rijkaard ayrıca takıma yapılması planlanan oyuncu transferleri için de kasetleri izledikten sonra yönetimle konuşacak.............."

Arkadaş yıl 2009, Nintendo Wii ile kolunuza 2 tane sensör takıp bilgisayar karakteri ile evin içinde hoplaya zıplaya Tekken oynuyorsunuz, GTA IV oyunu bilmem kaç tane DVD'ye sığıyor, bugün aldığın son teknoloji bilgisayar 2 ay sonra piyasanın ortalama bir bilgisayarına dönüşüyor, arabanızdaki navigasyon sistemi ile İstanbul'daki mahallenizden çıkıp Oslo'daki köydeki çiftliğe hiç kimseye sormadan gitmek mümkün hala Türk futbolunda işler video kasetle. Düşünün, havalimanında Rijkaard, X-Ray'den geçiyor, güvenlik görevlisi soruyor, "bu ne arkadaş bagajın içi video kaset dolu?" diye, Hollandalı cevap veriyor, "bizim futbolcuların kasetleri", check-in'de bagajı tartıyorlar, 33 kilo. Yahu DVD diye bir şey var, VCD diye bir şey var, hiç olmadı USB denen bir şey var, bu video kaset geleneği nedir? Hem bakalım bizim takımın kasetleri VHS mi Beta mı, adam Amsterdam'daki evinden çıkıp bir medyamarkete girse "kardeş video alıcaz ama VHS'ya uygun olsun" dese kraliçe vatandaşlıktan çıkarır.

Türk basınından bir adamın da bunun üzerine gitmemesi enterasan. 1984'te Derwall Galatasaray'ın başına geldiğinde de Galatasaray'ı kasetlerden izlemişti, 25 sene geçti, sözüm ona Rijkaard hala kasetten izliyor takımı. Hayır hala o zamanki kafayla gidiyorlarsa Galatasaray'ın maçı biter, son 10 dakika Belkıs Akkale ve İzzet Altınmeşe ile potpori çekilmiştir kasetin sonu boş kalmasın diye, adamın dengesi bozulmasın haber verelim. Eğer bu işi yapamayacaklarsa biz yardımcı olalım, rapidshare'den linkleri atayım Rijkaard'a, taraftarız biz çekeriz cefa...

DÖNDÜK


















Dün yerel saatle 17:00 sularında Lale Devri'ne geri döndük. 1,5 senedir uğramadığım Türkiye'de 18 günlük kısa bir tur yaptık. Turun ayrıntılarını her şehri ele alan yazılarla aktaracağız elbet. Ancak giderken belirttiğimiz gibi Haziran sonuna kadar blog bir süre daha nadasta kalacak, zira blog yazarı Barad-dur'u konuk edeceğiz burada ve kısa bir "turist rehberi" görevimiz olacak 1 hafta boyunca. 10 gün sonra da gaza basacağız. Ha bu arada çok şey mi kaçırdık? Pek değil aslında. Blogda belirttim daha önce, transfer dönemi, özellikle yaz dönemindeki futbol dünyasına yalanların ve spekülasyonların hakim olduğu ve en sevmediğim dönemdir, bu nedenle takımların şekilleneceği süreyi beklemek en iyisi. Bu arayı böyle geçmiş olacağız. Biz yokken Borges ayrılmış bu alemden, yazamadık tatilden ama bizzat kendisine de belirttiğim gibi bir gün mutlaka geri dönmesini umuyorum ve dönecektir de.



















Kapatırken Salı akşamı vuku bulan Flying Dutchman buluşmasına da değinelim kısaca, tabi onu tatil izlenimleri yazısında bulacaksınız ayrıntılı halde. Katılan herkese teşekkürler elbet. Aslında buluşmaya ilk 2 saat için FD gecesi, son 1 saat için de "Varol Döken'le Seinfeld" ismini verebiliriz. Varol gecenin organizasyonunda rol oynadı, geldi, konuştu, keyiflendirdi, tek tek tüm katılımcılar için Flying Dutchman isimliği bastırdı, (Tuncay dışında) ilk defa gördüğü ve gaspçı, hırsız, tecavüzcü olma ihtimalleri olabilecek (hayvanlık hali) bir grup insanı evine davet etti...Ona sonsuz teşekkürler. Tuncay ve mafalda'yı gece vasıtası ile çok çok uzun süre sonra gördük. Bu arada biz kardeş kontenjanından Tunchay hanedanından bir yazarı kadroya katmayı düşünürken mafalda hanedanından beklenmedik bir transfer gelebilir, teyakkuz olun. Fasulyeden.com masası ve masanın Beşiktaşlısı Arda ile fazla ilgilenemedik Letoonia Gazı vermenin dışında, onların da ayağına sağlık. Umarım başka bir mekanda uzun konuşabiliriz. Gerçi sonradan anladık ki o masada ufak bir sarı-lacivert zirve olmuş gece boyunca. Bodrum tatilinden döner dönmez deniz, kum, güneş üçlüsünden sonra blog, futbol, Seinfeld üçlüsünün muhabbetine ve bizim gibi adamlara katlanmayı göze alarak geceye gelen Hubble Bubble'dan Tuğba ve Cenk'e candan teşekkürler. Cenk'e tavsiyem nereye giderse KLM ile uçsun. Titremiyor bile uçak neredeyse. Blog kadrosuna zaten bir şey dememe gerek yok tabi forzabrian ve Canarino'yu ayırıyorum geceye son dakika gelişmeleri sebebiyle eşlik edemediler. Hadi Canarino acilen Kazakistan'a uçtu adam dolmuşa binip gelemez de evine 1 saat mesafedeki organizasyona gelemeyen forzabrian'ı okuyuculara havale ediyorum. Gerçi gelmeyerek gizem adamı olayım düşüncesindeyse buradan sesleniyorum, kimse sormadı oğlum seni, tavşan gibi geleceksin bir dahakine biliyorum...




















Geceye katılma sözü verip katılmayan kullanıcılara ise Varol'la beraber Scrubs'ın 98 bölümünü arka arkaya izleme cezası veriyorum. Resimler ilk bulgular henüz, gerisi gelecek tabi. Kim, kim diye yazmıyorum, gelseydiniz arkadaş....



















Yakında dönüyoruz, bomba gibi...

16 Haziran 2009 Salı

GABON: KARA PANTERLER YÜKSELİYOR.

gabon_togo

Batı Afrika ile Orta Afrika'nın kesiştiği noktada yer alıyor Gabon. Geniş bir yüzölçümüne sahip olmasına karşın Afrika'nın az nüfuslu ülkelerinden biri. Ülke 1471 yılında Portekizli denizciler tarafından keşfedilmesinin ardından, 18. ve 19. yy'ları köle ve fildişi ticaretinin önemli merkezlerinden biri olarak geçirmiş. 1886'da Fransız himayesi altına giren Gabon, bağımsızlığını kazandığı 1960 yılına kadar bu ülkenin sömürgesi olmuş. 1960 yılında kurulan cumhuriyet ve çok partili sisteme geçişle birlikte Afrika'nın modern ülkelerinden biri olan Gabon, ekonomik koşullar bakımından da kıtanın en iyi koşullara sahip olan ülkelerinden biri...

Afrika'da futboluyla pek gündeme gelmeyen Gabon'un bugüne kadar milli takım forması altında en çok gol atan oyuncusu şu sıralar Hull City'de oynayan yarı-Fransız Daniel Cousin olmuş. Lens ve Rangers gibi takımların formasını da giyen Daniel Cousin'ın milli formayla 37 maçta 28 golü var. Ülke futbolu FIFA Dünya sıralamasında en yüksek derecesini 1996 Ocak ayında 45. lik ile elde etmiş. Şu an ise 48. sıradalar ve son dönemde ülke futbolunda yaşanan gelişmeler, çok yakın bir zamanda bu derecenin üstüne çıkacaklarının habercisi...

Gabon şu an Dünya Kupası Afrika elemeleri 3. turunda yer alıyor ve bu bile ülke futbolu için tarihi bir başarıyken, onlar grupta 2 maçta topladıkları 6 puanla grupta liderler. Daha da ilginç olan Gabon'un grupta geride bıraktığı rakipleri. Gabon, geçen Dünya Kupasına katılan Togo, Fas ve Kamerun'u geride bırakmış durumda;

Grup A

Takım MP W D L GF GA Pts

Gabon 2 2 0 0 5 1 6

Togo 2 1 0 1 1 3 3

Fas 2 0 1 1 1 2 1

Kamerun 2 0 1 1 0 1 1

Dünya Kupası Afrika elemeleri 3 tur üzerinden oynanıyor. En çok takımın katıldığı 2. turda 12 grupta 48 takım mücadele ediyor. 2010 Dünya kupası öncesi bu turda 12 grubun 2 tanesi 3'er takımdan oluştu. Yani 46 ülke takımı mücadele etti.Bunun sebebi Eritre ve Etiopya'nın diskalifiye edilmesiydi. Bu turda 12. grubun birincileri ve en iyi 8 grup ikincisi bir üst tura yükseliyor. Bu turda 5. Grupta yer alan Gabon, Gana ve Libya 12'şer puan topladılar. Grup sonuncusu Lesotho ise 6 maçta 0 puan toplayarak grubu sonuncu bitirdi. Grupta averajla 1. olan Gana'nın ardından, Gabon'da en iyi 8 grup ikincisinden biri olarak 3. tura çıkmaya hak kazanmıştı.


Stade Omnisport, Gabon

3. turdaki grupta kağıt üzerinde en zayıf takım görüntüsünde olan Gabon, henüz yolun başında tepeye oturdu. Daha oynanacak çok maç var ve grupta sıralamalar birçok kez değişecektir. Ancak Gabon şu ana kadarki performansıyla, 2010 Dünya Kupası'na katılan sürpriz takımlardan biri olabileceğini hissettiriyor. Gabon gruptaki ilk maçında, deplasmanda Fas'ı 2-1 yenmiş ve 2. maçında da Togo karşısında 3-0'lık farka gitmişti. Grupta Gabon'un kırılma noktası yaratabileceği maç 20 Haziran'da Gabon'un başkenti Libreville'de oynanacak. Rakip Afrika'nın en güçlü takımlarından Kamerun. Gabon bu maçı da kazanırsa 3'te 3 yaparak tepeye oturmuş olacak. Dünya Kupası Afrika elemelerinin son turunda 5 grubun birincileri Güney Afrika'daki kupaya katılmaya hak kazanacak. Ev sahibi kontenjanından da Güney Afrika'nın kupada boy göstereceğini düşünürsek, kupada 6 Afrika ulusal takımı olacak.


Roguy Meye, Ankaraspor

Gabon'un şu ana kadar elemelerdeki en iyi oyuncusunu da çok yakından tanıyoruz. Ankaraspor'da oynayan Roguy Meye, Gabon'un oynadığı son 7 maçta rakip takımların kalelerine 4 gol atmış. Ankaraspor'a geçtiğimiz Ocak ayında Macaristan 1. Lig takımlarından Zalaegerszegi TE'den transfer olmuştu.Gabon kadrosunda dikkat çeken diğer iki oyuncu da Catilina, Pierre-Emerick ve Willy Aubameyang kardeşler. Milan altyapısından yetişen üç kardeş, gereken seviyelere gelemedikleri için sürekli diğer takımlara kiralanmışlarve ardından da Milan'dan ayrılmışlardı. Milan'da olma sebebleri de, Milan gözlemcisi olan babaları Pierre Aubameyang'di. Babalarının kontenjanı sayesinde Milan kadrosunda yer alan Aubameyang kardeşlerin en büyüğü Catilina şu an 25 yaşında ve Fransa'nın AC Ajaccio takımında oynuyor. Ortanca kardeş Willy ise, bu sezon Milan'dan Avellino takımına kiralanmıştı. Artık 22 yaşına glen Willy'nin Milan'dan bu yaz ayrılması muhtemel zira, ilerleyen yıllarda Milan'da oynayacak kapasiteye sahip değil. En küçük kardeş Pierre-Emerick ise 1989 doğumlu ve sezon başında Milan'dan Fransa 2. lig takımı Dijon'a kiralanmıştı. Dijon formasını giydiği 33 maçta 8 gol atan Pierre-Emerick Lille'in dikkatini çekmiş olacak ki, sezon tamamlanır tamamlanmaz, gelecek yıl için Milan'dan satın alma opsiyonuyla kiralandı. Lille'in geçmiş yıllarda oyuncuların basamak atladığı bir takım olduğunu düşünürsek, Pierre-Emerick'in doğru yerde olduğunu söyleyebiliriz.

Gabon milli takım kadrosunda yer alan oyuncuların bir çoğu ya Ligue 1 takımlarının yedek oyuncuları ya da Ligue 2'de forma giyen oyunculardan oluşuyor. Kadroda 12 takımlı Gabon liginde forma giyen oyuncular da var. Gabon'da geçen yıl şampiyon olan Stade Mandji takımından sadece bir oyuncu Gabon kadrosunda bulunuyor. Bunun dışında diğer takımlardan da birkaç oyuncu kadroya dahil edilmiş. Teknik direktörlüğünü 2006'dan bu yana, uzun yıllar Bordeaux'da oynayan Alain Giresse'nin yaptığı Gabon'un bu yükselişi sona kadar gider mi bilinmez? Ancak 2010 Dünya kupasında bu kadar zor bir gruptan sıyrılarak, katılmayı başarırlarsa onları uzaklardan destekleyen birçok kişi olacaktır.

by LeFoot

*** Yazının aslı