31 Aralık 2008 Çarşamba

İYİ SENELER



















Geçen seneki yeni yıl fetvasını aynen tekrarlayarak iyi seneler diliyorum.

------------------------------------

Havai fişek, torpil, füze, kız kaçıran, mantar tabancası...İstediğinizi patlatabilirsiniz. Yalnız bir kaç şeyi rica ediyorum, yapmayın. Madde madde sıralayacağım. Görmeyeyim.

1-İnsanlardan ayrılırken "seneye görüşürüz" esprisini yapana gördüğüm yerde yaş odunla girişirim. Etmeyin.

2-Aynı dayaklık espri ekolünden, 1 Ocak sabahı gördüklerinize "geçen seneden beri görüşmüyoruz yahu" esprisini yapana da kuru odunla girişirim. Eylemeyin.

3-Lütfen "yıla nasıl girersen öyle gidermiş, aaa hede hödö yaparken girsem hep onu mu yapıcam" türünden yıla giriş ve öyle devam ediş varyeteli esprilere girmeyin.

4-Yılbaşının ertesi günü ve bir kaç gün sonrası, "abi yılbaşı gecesi feci içtik"le başlayan ilk defa prile dokunan sünger gibi her yerde çığırtmayın.

5-Çiftlerden ricamdır, geri sayımın 3. saniyesinde öpüşmeye başlayıp, yeni yılın ilk 3 saniyesi boyunca öpüşüp yıla öpüşerek girmeyin. Aklınıza mukayyet olun.

6-Saat 1'de uykusu gelenlere saygı gösterin. Bırakın uyusunlar.

7-Üçüncü biradan sonra "bu kızları anlayamazsın abi" ya da "kimseye hakettiğinden fazla değer vermeyeceksin arkadaş" türünden yeni yıl aşk hayatı muhasebesine girmeyin.

8-Show Tv'yi saat 02:00'da erotik film hayaliyle açmayın son 3 senedir vermiyorlar artık.

9-Seneye görüşürüz. Yapmayın.

YILBAŞI HEDİYELERİ



















Flying Dutchman sunar. Aşağıdaki hediyelerin tümü az önce postaya verilmiştir. Güle güle kullanmalarını dileriz.

Yıldırım Demirören: Sony tepegöz
Luis Aragones: Seiko çalar saat
Erdoğan Arıca: Metalist Kharkiv atkısı
Aziz Yıldırım: Mein Kampf, Adolf Hitler
Sabri Sarıoğlu: Boyu 8 metre olan kale
İbrahim Toraman: Ceyo ördekli terlik
Daniel Guiza: Küçük Emrah DVD Collection
Karl-Heinz Feldkamp: Hakan Şükür ve Lincoln voodoo bebeği
Bülent Uygun: ESKADER şiir kursuna 3 aylık abonelik
Mustafa Denizli: Uçuk kremi
Ersun Yanal: ACER 2.5 ghz laptop
İlhan Cavcav: FM 2009 Afrika Ligleri patchi
Mehmet Demirkol: "Ben Rejimdeyim" kitabı
Hakan Şükür: 10'lu Selpak mendil seti
Antonio de Nigris: Melih Gökçek maskesi
Yılmaz Vural: Desert Eagle . 5 0 tabanca
Ümit Karan: Arapça sözlük
Fatih Terim: Redhouse İngilizce-Türkçe konuşan sözlük
Servet Çetin: Kamçı ve kelepçe
Transito Maldonado: Pet Shop Boys, Go West single'ı ve Santiago'ya tek gidiş uçak bileti
Nihat Doğan: I am Legend, Will Smith

TOP 10 DÖVÜŞ FİLMİ KLİŞESİ




Yazıyı okurken yukarıdaki şarkıyı fon müziği olarak kullanmanız tavsiyemdir. Bloodsport filminden Stan Bush ve "Fight To Survive". "Dövüş filmi" kavramı biraz üstünkörü ve muallak bir kavram. Kişinin anlayışına göre sadece 80'lerin başında çekilmiş turnuva filmlerini ifade edebilir ama aslında çok büyük prodüksiyonlu Rocky serisi de bir "dövüş filmi"dir. Adamlar birbirlerini döver işte, bunun prodüksiyonuna bakmaz iş. Ama nedense filmler Hollywood büyük stüdyolarından çıkınca adı "spor-dram" olur türün. Tayland'da 4. sınıf imkanlarla ve Holllywood'da iş bulamayan aktörlerle çekilince dövüş filmi. Ama aslında Bruce Lee'den, Jackie Chan'e,Rocky'den Kill Bill'e hepsi bu kaba kategorinin içine girerler. E girince de klişeler kaçınılmaz olur. Yılın 364 gününde konuştuğumuz sporu bugün bir yana bırakıp başka alanlara yönelelim.

1-Kardeş veya en iyi arkadaş intikamı: Şimdi adamın dövüşçü olması lazım. Ama onu gaza getirecek bir şey gerek. Ne yapalım? Kardeşi varsa kardeşi, yoksa kuzeni, yoksa arkadaşını öldürelim, sakat bırakalım, hadım edelim. Felsefe budur. Filmin başında en iyi arkadaş feci şekilde dayak yer. Van Damme filmlerinde genelde bu dayağın sonunda ölmez sakat kalırlar. Ama örneğin Apollo yağlarımızı eriten şekilde ölmüştür. Cenaze sahnesinde evde halay çektiğimizi bilirim. Sen koskoca Sovyet ekolüne karşı Amerikan bayrağını don yap, Living In America'yla şebeklik yap. Alırsın James Brown'ın sol....neyse

2-Karizmatik uzakdoğulu hoca: Karate Kid'de Bay Miyagi, Kan Sporu'nda Tanaka Hoca, Dövüşçü'de Chow hoca, Kill Bill'de Pai Mei. Hepsi uzak doğuludur. Dengeli beslenen ve sakin sessiz adamlardır. Az ama öz konuşurlar. Disiplinlidirler ve imkansız eğitim teknikleri vardır. Film boyunca karizmalarını bozup şebeklik yaptıkları 1-2 sahne bulunur. En önemlisi de psikopata bağladılar mı adamın gözünü bile çıkarırlar. O yüzden dikkatli olunması lazımdır.

3-Baş kahramanın takıldığı kız: Bu gittiği ülkedeki uzak doğulu kız olur, hiç işi gücü yokmuş gibi dövüşleri izlemeye gelen Amerikalı kız olur, eskiden gelen bir kız arkadaş olur ama hep olur. Bunlar genelde yukarıdaki karizmatik hocayla da esprili muhabbetler yaparlar ama onunla pek diyaloğa girmezler. Asıl fonksiyonları bir sahnede sevişmek ve olursa esas oğlanı gaza getirmek için rakibi tarafından kaçırılmak hatta tecavüze uğramaktır. Filmin sonuna doğru bir anda Orhan Ayhan kesilip son dövüş öncesi bizim elemana taktik bile verirler.

4-Gün batımındaki eğitim: Bu sahneyi kullanmayan filme ben dövüş filmi demem ki koskoca Tarantino bile Kill Bill'de kullanmıştır. Akşam saatleri. Çekirge ve hoca bir tepeye çıkar. Orada gün batarken 2 tane gölge güneşin kayboluşu eşliğinde "hiyaa hot huyt" şeklinde zaman zaman da nefes alıp nefes verme egzersizleri yaparlar. Gün batımında antrenman yapmamış bir adamın muvaffak olması mümkü değildir.

5-Hayal sahnesi: Bizim esas oğlanın arkadaşı ölür veya sakat kalır demiştik ya. Neyse bu o gazla antrenmana veya bir turnuva durumu varsa turları geçmeye devam eder. Derken bir gece eve dönerken otobüste veya kendi arabasında arkadaşını tekaüte ayıran rakibinin hayalini görür. Olmadı tam arkadaşının dayak yediği anlar canlanır. Bir de otobüste birisini o düşmanına benzetir. Bir döner..meğersem 80 yaşında çinli kadınmış...ne klişeymiş be arkadaş?...Bunu Rocky bile "No Easy Way Out" şarkısı eşliğinde dördüncü filmde kullanmıştır.

6-Çömezlikten ustalığa: Bizim eleman eğitim için karizmatik hocanın yanına gelir. Bir bakarız ki seviyesi beginner bile değildir. Hemen orda hoca buna bir kaç hareket çeker ve "savunman berbat", "öğrenmen gereken çok şey var", "siz amerikalılar sadece savaştan anlarsınız" gibi aşağılayıcı sözler kullanırlar. Hatta 2. Dünya Savaşı'ndan gelen bir garezleri varsa bir de 1-2 tane de patlatırlar. Bizimki sinirlenir ama saygıda kusur etmez. 3 ay sonra Ken'le Ryu'dan daha iyi dövüşür hale gelir. Ne hızlandırılmış kursmuş be birader.

7-Önce dayak yeme: Bunca yıllık film izleyicisiyim. Final dövüşünde önce dayak yemeden rakibini doğrudan döven adam görmedim. Gerçek hayatta böyle mi? Değil. Gecenin bir yarısı Mike Tyson maçı için kalkıp 50 saniye sonra gelen nakavt sonucu yine yattığımı bilirim. İlla dayak mı yiyeceksiniz başta? Van Damme yemiştir, Karate Kid yemiştir, Bruce Lee yemiştir, Rocky yemiştir, Battal Gazi yemiştir, herkes yemiştir. Mazlum musun arkadaş. Mazlum'u getirin bana.

8-Gaz şarkı: Bu şarkı genelde filmlerin bitişi ile birlikte jenerik akarken duyulurlar. Yukarıda saydığımız filmlerin hepsinde kullanılmıştır ki benim için en iyisi Survivor'dan Rocky Balboa, Sovyetler Birliği'ne uçakla inerken çalan "Burning Heart" ve Kan Sporu'ndaki "Fight To Survive"dır. Genelde 80'lerin havasını yansıtırlar ve şarkı sözleri hep bir felsefe içerir. Filmin içinde de genelde antrenman sahnelerinden birinde çalarak bizi havaya sokarlar.

9-Acaip teknikli dövüşçü: Bu tipler her komite filminde vardır. Afrikalı olur, Singapur'lu olur, Alaska'lı olur, Hintli olur, Papua'lı olur. Ama dövüş teknikleri hep farklıdır. Kimi zıplaya zıplaya dövüşür, kimisi acaip elbiseler giyer, kimisi dört ayak üstünde dövüşür. Hep 1-2 tur geçerler ki seyirciye "bak adamla dalga geçtik milletin defterini dürdü" dedirtilsin. Ama sonunda çeyrek finale kalmadan elenirler.

10-3 film birdenin ilk filmi olma: İşte bu klişe flmin kendisinin değil 80'ler sinema salonlarının klişesidir. 3 film birden kuşağına seyirciye adrenalin enjekte etmek için ilk önce 6. sınıf bir uzakdoğu dövüş filmi gösterilir. Vücuda kan pompalanır. Sonra da son 2 filmde o enerji gerekli yerlere yansıtılır. Topkapı Sur, Kadıköy Hakan, Ümraniye Ocak gibi sinemaların değişmez taktiği olmuştur bu. Ancak bu izleyici kitlesinde öyle isimler vardır ki daha karate filminde fermuarları çözerler. O derece konuya hakimdirler.

10 iğrenç polisiye klişesi
10 iğrenç romantik komedi klişesi
10 iğrenç korku filmi klişesi
10 iğrenç felaket filmi klişesi

30 Aralık 2008 Salı

HÜRRİYET SPOR




İlk yazı çıkana dek duyurmadık zamanı geldi diyelim. Bundan böyle bir aksilik olmazsa her salı Hürriyet Spor dergisinde yazılarımızla karşınızda olacağız. Yazı konuları blog formatının aynısı olacak ve zaman zaman burada değindiğimiz konuların daha geniş versiyonlarını ve hiç değinmediğimiz konuları içerecek. Blogu basılı kağıtta görme arzusuna sahip olanlar için şimdilik 2 sayfalık bir hizmet diyelim. Umarım keyif alırsınız.

BİR KAHRAMANLIK ÖYKÜSÜ



Acıklı, yürek burkan ama aynı zamanda insanın gururunu okşayan bir hikaye. 1941 yılından. Futbolda kazanma duygusunun insanın kendi hayatını bile gözardı edebileceği bir gerçek olduğunun hikayesi.

1941 yılında Alman ordusu Kiev'i işgal ettiğinde Dinamo Kiev takımının oyuncuları Kiev Fırını'nda çalışmaya başlıyorlar. Bunun üzerine Almanlar, Sovyet (Ukraynalı) oyunculara Zenith Stadı'nda antrenman yapabileceklerini bildiriyor ve Alman ordu takımıyla bir maç yapmalarını öneriyorlar. Kievliler takımlarının ismini "Start" koyarak 2 Haziran 1942 tarihinde Almanların karşısına çıkıyorlar. İlk yarıyı 2-1 önde kapattıklarında, bir Alman üst düzey subayı soyunma odasına inerek Ukraynalılara ikinci yarı kazanmamalarını emrediyor ve uymamaları halinde kurşuna dizilecekleri tehditini savuruyor. Start ikinci yarıya çıkıyor, tehditlere ve emirlere kulak asmayıp 2 gol daha atıyor ve maçı 4-1 kazanıyor. Almanların Kiev'den sorumlu subayı Yüzbaşı General Eberhardt stadı terkediyor. Almanlar 17 Temmuz'da daha güçlü bir takımla Ukraynalıların önüne çıkıyor. 6-0 mağlup oluyorlar. Bunun üzerine daha da çıldıran Alman ordusu, Almanya'nın o zamanlar yenilmez ve en güçlü takımı olan Luftwaffe Flakelf'i Kiev'e davet ediyor. Start onları da 5-1'le dümdüz ediyor. Bunun üzerine Nazi ordusu Kiev'li oyunculara yenilmeleri için son bir şans veriyor. Üç gün sonra 9 Ağustos'ta maç bir daha oynanıyor, Ukraynalı gurur sahibi oyuncular Almanları yine dümdüz ediyor. Bunun üzerine Alman gizli polis teşkilatı "Gestapo" oyuncuların hepsini tutukluyor ve işkenceye tabi tutuyor. Takımın oyuncularından Mykola Korotkykh işkence sırasında hayatını kaybediyor. Geri kalanlar onbinlerce yahudinin katledildiği "Babi Yar" esir kampına gönderiliyor. 1943'te kampta çıkan isyan olaylarında Ivan Kuzmenko, Oleksey Klymenko kaleci Mykola Trusevich gibi oyuncular da hayatını kaybediyor. Takımdan sadece Makar Honcharenko, Fedir Tyutchev ve Mikhail Sviridovskiy bu katliamdan kurtuluyor. Kiev'de bugün bu oyuncular için bir anıt bulunuyor. Ayrıca "Két félidő a pokolban" (Cehennemde İki Devre) ve "Escape To Victory" (Zafere Kaçış) filmlerine de ilham kaynağı oluyor.

Hep duyarız ya bazı futbolcuların ağzından "üzerimizde çok baskı vardı, zor maç olacak, biz de en az taraftarlar kadar üzüldük" diye. Yukarıdaki hikayeyi okusalar acaba ne hissederler diye düşünmüyor değil insan.

FOLK METAL VE FINNTROLL

























Heavy metale önyargıyla bakan ve "çok gürültülü", "sapkınların müziği" gibi peşin hükümler veren kitlelerin bile ısınabileceği bir alt türü var. Folk-metal. Tanımlaması zor ama heavy metal temeli üstüne keman, flüt, french horn, akordeon, harmonica gibi aletleri yerleştirerek genelde grubun çıktığı ülkenin yerel efsanelerini veya savaş, mitoloji, destanlar gibi epik hikayeleri anlatan şarkılar yer alıyor bu alt türde. Soft vokalin de brutal vokalin de yer aldığı bir tür. Bana göre 2 tane lider ülkesi var. Almanya ve Finlandiya. Hoş heavy metal ve alt türleri konuşulduğunda hep akla gelen ilk 5 ülke içindedir bu ülkeler ya. Almanya'dan daha önce blogda incelediğimiz Die Apokalyptischen Reiter, In Extremo, Subway To Sally Finlandiya'dan da Korpiklaani, Finntroll ve türün yeni yıldızlarından Ensiferum önde gelen gruplar. Almanya'dan Die...Reiter ve Finlandiya'dan Finntroll benim için 1 adım öndeler. Genellikle Alman grupları soft vokale başvururken Fin gruplarda vokaller brutaldir. Hepsinin ortak noktası son derece eğlenceli, kalk gidelim gaydırı gubbak cemile havasında olmasıdır.

Gelelim yukarıda bahsettiğimiz gruba önerilecek eserlere. Öncelikle brutal vokalin en eğlenceli olanından dahi hoşlanmıyorsanız yapabilecek bir şey yok. Zira folk-metal gruplarının brutal vokalleri Cradle Of Filth, Children Of Bodom veya Gorgoroth gibi scream vokal veya black metal grupları gibi tok "böğürme" tipinde değildir. Daha çok Haggard'ı andırırlar (ülkede en çok popüler metal gruplarından olduğu için onları örnek veriyorum). Ha buna rağmen ben bulaşmayayım deseniz şiddetle önereceğim bir albüm var. Gruptan kovulmadan önce 2002-2006 yıllarında Finntroll'ün vokallerini üstlenen Tapio Wilska döneminden bir albüm. Tamamen akustik şarkılardan oluşan, İskandinav-Nordic efsanelerinin ele alındığı dinlerken sizi viking gemisinde denize açılmış gibi hissettirecek olan ve grubun ölen üyeleri Teemu Raimoranta'ya adadığı "Visor Om Slutet". Heavy metal ön yargısını falan bir tarafa bırakın ve FRP, RPG oyunları, viking temalı filmler ve kitaplar, fantazi edebiyatı, mitoloji gibi konulardan herhangi birisine ilgi duyuyorsanız albüme atlayın. 2003 tarihli ve 32 dakikalık bu enfes eserden 2 örnek verip arşive katmanızı tavsiye ediyorum. Sizi bir viking barında hissettirecek "Försvinn du som lyser"ve "Svart Djup". Bonus olarak da türün yeni yıldızı Ensiferum'un "Iron"ıyla bitirelim. Bu seferki sadece folk-metal fanları için.

ANDRE-PIERRE GIGNAC


Fransa Ligi'nde son 4 sezonun gol kralının attığı en yüksek gol sayısı 21. 2004-05 sezonunda Rennes forması giyen Alexander Frei 20 gol attı. İzleyen 2 sene boyunca Paris Saint Germain'in Portekizlisi Pauleta 21 ve 15 golle krallık tacını giydi. Geçen sene Lyon'lu Karim Benzema kendisini Fransız milli takımına taşıyan ve fiyatını 100 milyon euroya çıkaran sezonda bile 20 gole ulaşabildi. Yarısına gelinen Fransa Ligi'nde bu istatistiği bozacak bir oyuncu var. Toulouse'un dünya futboluna son armağanı Andre-Pierre Gignac.

23 yaşında Gignac. Bu sene takımının attığı 19 golün 12 tanesine imzasını bıraktı. İkinci yarıda da performansını sürdürürse 25 gol barajına dayanabilir. Bu alanda son yıllarda 25 gol barajını geçen tek bir adam var. 2002-03 sezonunda Monaco formasıyla 26 gole ulaşan Shabani Nonda. Zaten 1980 yılından beri de Jean Pierre Papin'in 18989-90 sezonunda attığı 30 gole başka yaklaşan olmadı. Gignac futbola Lorient kulübünde başlamış bir isim. Kısa bir Pau FC macerası ve 2006-2007 sezonunda takımın değişmez oyuncusu olarak filelere 9 gol bırakması sonucu Toulouse tarafından transfer edildi. Geçtiğimiz yıl takımın 1 numaralı forveti İsveçli Johann Elmander'in gerisindeydi ve sadece 2 gol bulabildi. Onun sezon başı Bolton Wanderers'a transferi ile en büyük gol umudu haline geldi ve umutları boşa çıkarmadı. Gol krallığı yarışının zirvesinde. Ceza sahası içindeki pozisyonlarda duracağı yeri gayet iyi bilen ve karambollerden çok iyi tek vuruşlar çıkarabilen bir adam. Sadece kaleciden dönen toplara vurarak attığı 4 gol var. Buna ilaveten de duran topları çok iyi kullanıyor. İlzediğim kadarıyla dikkatimi çeken en önemli özelliği, uzak köşeye ayak içiyle yapılan plaselerde üst düzey bir yeteneği olması. Yalnız o da baş parmağını ağzına sokup sevinenlerden. O yüzden benim gözümde maça 3-0 mağlup başladı. Bir an önce bu alışkanlığı bıraksın başımızın üstünde yeri var.

Domenech 2. yarı başında da bu formunu sürdürürse onu Mart ayındaki eleme maçlarında Fransa milli takımına mutlaka çağıracaktır.

ISSIZ SALONLAR part I

























İlk olarak çocukluk yaşlarımızda, TRT’nin genellikle Pazar günleri verdiği spor temalı Amerikan filmlerinde tanıştığımız futbol harici sporlara, memleketimizde “Amatör Branşlar” deniyor, malum olduğu üzere. Her ne kadar bu sporlardan basketbol ve görece voleybol, oyuncu maliyetleri açısından bakıldığında amatörlükten çıkmış olsa da belli müesseseler dışında, spor kulüplerini de kapsayan hemen tüm diğer takımlar ve bu sporların seyircileri / taraftarları (yazının geri kalan kısmında taraftar olarak anılacaktır) “tamamen” amatördür, Türkiye’de.

“Amator Taraftar” kavramı zayıf bir oksimoron ya da düpedüz saçmalık gibi gelebilir kulağa. Zira bu iki unsurun spordaki yeri; hobi ya da tutku temelinde olduğu için, profesyonelliğin gerekleri olan “Ehil olmak” ve/veya “Yaptığı işten bir gelir elde etmek” gibi durumlar, geçerli degildir. Ancak burada “taraftar”a atfedilen amatörluk de böyle bir şey değil. Bunu açmadan önce işin kulüpler ayağına bir bakalım ve salonlarda taraftarsızlığın ana nedenlerinden birisini görelim.

Branş olayını fazla dallandırıp budaklandıracak değiliz. Bayan/Erkek Basketbol ve Bayan/Erkek Voleybol birinci ligleri bize yeterli doneleri sağlayacak zaten. Bu dört lige baktığımızda gördüğümuz tablo çok acı. Zira 51 takımın yalnızca 15 tanesi spor kulübü. Bu 15 tane spor kulübünü takım takım ayırdığımızda karşılaştığımız tablonun özeti, vahameti arttırıyor. Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş, bu liglerin hepsinde var ve onların dışında kalan kulüp sayısı sadece 3 (Erdemir, Karşıyaka ve Samsun). Kulüpçülük ruhuna sağından solundan bulaşmış olan okulları da işin içine kattığımız zaman ulaştığımız rakam 24 oluyor. Geri kalan 27 takim ise ya müessese ya da belediye ekipleri. Yani çoğunluk onlarda! Peki bunun neresi acı?

Sporun kitleler üzerinde pozitif etki sağlayan yapısının en temel taşlarından biri, yani az önce okullar ile spor kulüplerini bir tutmamızı sağlayan “Kulüpçuluk Ruhu” ve onun getirdiği aidiyet hissi, müesseselerde ya da belediye takımlarında vücut bulmaz. Çünkü camiaların temsil ettiği kitlenin mensubu; müessesenin ise sattığı malın müşterisi vardır. Çünkü camialar mensuplarına bir takım imkanlar sunmak için çabalarken, müesseseler (gayet doğal olarak) kar amaçlar. Çünkü camialar, bir spor kulübü kimliğiyle tezahür ettiği zaman adını büyütecek ve kitlesini memnun edecek başarılarla birlikte, bu başarıyı devam ettirmesini sağlayacak gelir kalemlerini yaratmaya calışırken; müesseseler ise, yeni müşteriler kazanmak (ve cirolarının artmasi) için kendilerine değişik reklam mecraları ararlar. Dolayısıyla bu durumlar, kulüp takımları taraftarında varolan tutkunun, müessese ve belediye takımlarını takip edenlerde hiç olmaması ya da bunlarla ilişki (calışan, calışan yakını vb.) sürdüğü muüdetçe varolması anlamına gelir ki bu da spor kültürü daha bir çok seyde olduğu gibi tam manasıyla ilerlememiş, Türkiye benzeri ülkelerde tek başına bile “ilgisizliğin” sebebi olarak adlandırılabilir.

Buna rağmen endüstriyelleşmesini tamamlamış, her bakımdan kurumsal olan ve şirketlerin de içerisinde olduğu (hatta yönlendirdiği) spor organizasyonlarına sahip ülkelerdeki doluluk oranlarına bakıp, “Onlarda da mı tutku eksikliği var kardeşim?” denebilir. Elbette hayır, böyle bir tespit, derinlik yoksunu olur. Zaten biz de en başta bahsettiğimiz Amerikan filmlerini seyrederken “Ulan heriflerin alayı mirasyedi herhalde, Amerikan futboluna gidiyorlar. Buz hokeyini bitiriyorlar, curlinge koşuyorlar” sığlığında düşünmekten vazgeçeli seneler oluyor. Öyleyse nedir nihai tespit? Türkiye’deki ilgisizlik sorununun kulüp bazlı bir ayağı da samimiyet. Bu bahsettiğimiz ülkelerdekinin aksine; ne özel kurumlar ne de devlet kurumları, yatırımlarında samimi değiller. Gectiğimiz yıllarda bayan basketbol liginde yaşanan THY rezaleti bunu bir kez daha gözler önune sermişti. Bunun yanında, basına yansımayan ama bu liglerde yer alan hemen tüm takımların zaman zaman karşılaştığı “alacakların ödenmemesi” vb. durumlar da yatırım yapanların ne kadar isteksiz veya hazırlıksız olduğunu anlatan en göz önünde örnekler. Yolda yürüyen herhangi birini çevirip, kapanan onlarca müesseseden ya da yatırımları kısarak liglerde gözükmeyen bir sürü belediye takımından sadece bir tanesinin ismini söylemesini istesek, umduğumuzdan daha fazla cevap alacağımız kesin. Çünkü her kuşak bu vb. bir kaç takıma şahit oldu.

Suçu müessese kuluplerine ve devlet imkanlarını kullanarak yatırım yapan belediyelere yasladık ama ya spor kulüpleri? Hele “Büyükler”. Onlar tamamen suçsuz mu? Sabırsızlık yüzünden, başta futbolumuz olmak uzere bütün spor dallarımızın en büyük sorunu ve meyvesiz ağacı olan altyapıya “verilmeyen” önem, uzun vadeli başarıları imkansiz kıldı. Yıllarca üzerinde emek harcanan yetenekli oyuncuların, mali imkansızlıklar nedeniyle, “Armut piş, sapsız, çekirdeksiz ağzıma düş” diye düşünen kötü niyetli müessese kulüplerine kaptırılması bir nebze bahane olabilirdi ama 40 yıllık bir süreç için sadece bunun neden olarak gösterilmesi, her ortamda ilgili bürokrasiye yön verdiği iddiasında bulunan İstanbul oligarşisinin başarısızlığı mıydı? Değildi. Çünkü az sayıda gönüllü dışında bir ugraş verilmedi. Yani başarısızlık değil, umursamazlıktı sebep. İstense, keyfi siyasi idarelerin hakim olduğu dönemler başta olmak üzere her dönem, müessese-spor kulübü ilişkisi, iki tarafın da çıkarına olacak şekilde düzenlenebilirdi. Bu çözüm yolu ne kadar antidemokratik bir dayatma olarak görülürse görülsün, o zamanlar bu tip şeyleri düşünen insanların olduğunu biliyoruz. Yukarıdan aşağıya böyle bir hareket tarzu, bugün amatör sporların çok daha farklı yerde olmasını sağlayabilirdi. Oysa şimdi geçmişten gelen alışkanlıklar yüzünden, “3 büyükler” bile yatirımlarını dönemsel olarak yapıyorlar ve en ufak başarısızlıkta şubelere yatırım neredeyse sıfıra iniyor.

Fenerbahçe 3 büyük kulüp içerisinde şu aralar en istikrarlısı konumunda ama Eczacıbaşı Kulübü Başkanı’nın Fenerbahçe’yi kastettiği “Bu kulüpler büyük geçmise sahip olabilirler ancak bir takım alışkanlıklarını kaybetmisş durumdalar. Bizimle başa çıkabileceklerini düşünmek hata olur” demeci için kim “Yanıldı” diyebilir? Altyapıya en ufak önem vermeden, yaptığı transferlerin içerisinde voleybolun büyük isimleri olmasına rağmen onlarla fütursuzca yol ayıran bir yapının sağlamlığını kim ciddiye alır? “Avrupa’da yarı finali falan boşverin siz. Lige bakın lige” dendiğinde suratı allak bullak olan Wnba oyuncularına “Haksızsınız” demek mümkün olur mu? “Şubeyle ilgili herşeyden sen sorumlusun. Bütün ekibi sen kuracaksın ama küçük bir detay var. Hocayı biz belirleyeceğiz” diye adeta çocuk kandırmaya çalışmak, kurumsallığın neresindedir? Bu sorulara konu olan kulüpler basarıyı yakalasa da istikrarı bulabilirler mi? Bulamazlarsa, üzerinde büyük etkileri olduğu bu toplumu amatör branşlara çekebilirler mi? Mesela Spor Sergi’nin dolup taştığı zamanların geçip gitmesinin tek nedeni, Türkiye’nin en güzel salonunun insanlardan sökülerek, basketbolun Zeytinburnu’na sürülmesi midir? Meydanı müesseselere bırakanların sucu yok mudur?


by Canarino

UEFA EMEKLİ AYLIĞI BAĞLANACAKLAR LİSTESİ

























Her Oscar ödül töreninde bir önceki ödül töreni ile o ödül töreni arasında hayatını kaybetmiş olan aktörler gösterilir. Salondaki seyirciler de alkışlarlar dev ekrandan görünen bu yüzleri. Örneğin bu sene Heath Ledger'ı göreceğiz büyük bir ihtimal serinin sonunda ve büyük bir alkış kopacak. Bir saygı duruşu da biz yapalım. Tabi aşağıdaki isimler hala hayattalar. Sadece futbol sahnesinden çekildiler. Yılın son günlerine girerken 2008'de jübilelerini yaparak futbola veda eden önemli isimleri ele alalım.

İlk akla gelen isim Oliver Kahn. Mayıs ayında son resmi maçını oynadı ve Bundesliga şampiyonu olarak kariyerini bitirdi. Geride 1 Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu, 1 UEFA Kupası ve 20 tane kupa buraktı. Ancak milli takım bazında kazandığı tek başarı 2002 Dünya Kupası'nın en iyi kalecisi seçilmesi. Kaleci kontenjanından emekliye ayrılan diğer isim Santiago Canizares. Sezon başında göreve gelen Ronald Koeman'ın kadro dışı bıraktığı isimlerden birisiydi.

Brezilya futbol efsanesi Romario 42 yaşında futbolu bıraktı. Brezilya milli takımından emekliye ayrılan diğer isim Milan'da en uzun süre forma giyen oyunculardan sol kanat dinamosu Serginho. Milan'da uzun süre forma giydikten sonra ülkesine dönen Portekizli Rui Costa da futbolu 2007-08 sezonu sonunda bıraktı. Milli takımla uluslararası turnuvalarda hep hayal kırıklığı yaratan Pauleta da kramponlarını asan bir başka Portekizli.

Fransız oyuncular Lilian Thuram ve Johan Micoud listede. Thuram parıltılı bir kariyeri nerede ise her kupadan birer tane kazanarak geride bıraktı ve aktivist kişiliği ile yaşamına devam ediyor. Marcelo Salas (Şili), Claudio Reyna (ABD), Frederic Dehu (Fransa), Anti Niemi (Finlandiya), Tony Vidmar (Avustralya), Teddy Sheringham, Darren Anderton, Andy Cole (İngiltere), Ronny Johnsen, Tore Andre Flo (Norveç), Edmundo (Brezilya), Hazem Emam (Mısır), Igor Tudor (Hırvatistan), Zikos (Yunanistan), Nader El Sayed (Mısır), Daniel Borimirov (Bulgaristan), Jose Luis Sierra (Şili) ve elbette bize kırılmaması için Hakan Şükür (Türkiye).

29 Aralık 2008 Pazartesi

STRANGE CM HAPPENINGS vol.20















Blogdellosport'dan Uğur Ozan Sulak göndermiş. CFR Cluj'un sahası. 2 yazı aşağıda futbol kurallarına getirilebilecek değişiklikleri tartıştık. Çağın önünde giden bilgisayar oyunu FM serisi 2009 versiyonu ile hadiseyi halletmiş bile. Zira Romen takımının ceza sahası ön çizgisi yok gördüğünüz gibi.















İkincisi de Göktuğ Erce Gürsel'in katkısı. Vahap Beyaz'ın Obi-Wan Kenobi misali hakemlere mind trick yoluyla etki ettiğinin göstergesi. Ali Şen "Ahmet Güvener ve çetesi maçı 100 dakika oynattı" demişti 1 yıl boyunca. Herkes de dalga geçmişti. Dalga geçenlere kapak olsun. Ali Şen'e inanmıyorsanız kutsal oyun FM'ye de mi inanmıyorsunuz?


Katkılarıyla köşeyi "Strange CM Happenings ile seçtikleriniz" programına döndüren herkese teşekkürler.

1....2.....3.....SELAMETLE

















Yıllar önce Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi'nde Juventus ile oynayacağı maç Abdullah Öcalan ile ilgili hadiseler yüzünden bildiğiniz gibi 1 hafta ertelenmişti. Juve aynı gün İstanbul'a geldi. Maçı oynadı ve gitti. Zinedine Zidane'ın ağzından "can güvenliğimiz tehlikede, oraya gitmeyebiliriz" şeklinde demeçler yazıldı. Faruk Süren "Zeyneddin Zeydan korkmasın gelsin" dedi, Tolunay maç öncesi seremonide Zidane'ın elini sıkmadı, ertesi gün gazeteler "Tolunay senin gibi bir oyuncunun elini neden sıkayım der gibi baktı" yazdılar. 92. dakikada Suat henüz saç ektirmemiş açık alnıyla Galatasaray'a 1 puanı getirdi. 15 gün sonra San Mames'te yıkıldığımız bir maç oynadık. Derdimiz o değil. Söz konusu maçın ilk saniyelerinde Hakan Ünsal santra yapılır yapılmaz Zidane'a çok sert girmiş ve bir sarı kart görmüştü ki çok iyi hatırlarım o hareket kırmızı kartla da cezalandırılabilir ve Ünsal tüm zamanların en çabuk kırmızı kart gören oyuncusu olabilirdi.

O olmadı ama İngiltere Güney Premier Ligi takımlarından Chippenham Town oyuncusu David Pratt oldu. Henüz 3. saniyede hakemden kırmızı kart gördü. Sebebi santra yapılır yapılmaz Bashley oyuncusu Chris Knowles'a yaptığı hareket. Videoya ulaşır ulaşmaz ekleyeceğiz. Bashley'li oyuncular ve menajer Steve Riley "Knowles'ın ayağını kıracak bir hareketti" diyor. Artık 3. saniyede bu ne gazsa....Rekor 18 senedir Bologna'nın İtalyan oyuncusu Giuseppe Lorenzo'da idi. Parma maçında yaptığı hareketten ötürü 10. saniyede duşlara yollanmıştı. Pratt'a güzel bir yılbaşı hediyesi olmuştur bu rekor. Alsın hayrını görsün.

FUTBOLA RESTORASYON


















Öncelikle cuma gününden bugüne kadar ayrıntılı şekilde yorumlarıyla bize yardımcı olan herkese teşekkürler. Bir hafta önce çıkan bir sarı kartın da etkisiyle "futbol kurallarında değişmesi gereken noktaları önerin" ve "yeni kurallar koyacak olsaydınız bunlar hangileri olurdu?" şeklinde bir soru yöneltmiştik. Cevaplarınızı toparlamak ve okumak gayet zevkliydi. 2 gruba ayıracağız. Bir tanesi saha içinde oynanan oyunun kuralları ile ilgili olanlar yani hakem triosunu ilgilendirenler. Diğeri de uluslararası organizasyonların mahiyeti ile ilgili.

Kurallardan başlayalım. Şikayetçi olunan konulardan birisi futbolcuların gol sevinçleri üzerine getirilen sınırlamalar. Biliyorsunuz tribünlere koşma ve tellere tırmanma, formayı çıkarma ya da aşırı sevinç gösterisi hakemin sarı kartı ile cezalandırılıyor. Bu noktada blog okuyucularına katılıyorum. Doğrudan rakip tribünü tahrik etmek için yapılmış hareket olmaması kaydı ile (Paolo Di Canio'nun yaptığı Nazi selamı gibi) forma çıkarmanın veya kendi tribününe koşmanın çok büyük bir hadise olmadığı görüşündeyim. Zira formayı çıkarmanın kimseye bir zararı yok, kendi tribününe giden futbolcu ise orada maç boyu yaşadığı baskıyı ve zorlukları üzerinden atan golün sevincini seyirci ile yaşamak istiyor. Zaten her golü atan adamın seyircisine koşması gibi bir durum yok. Zira tartan pistinin olduğu stadlarda bu iş ancak kale arkası tribünlerinde gerçekleşiyor ki o da tek tük. Ben de bu sevinç gösterisi üzerine gelen sınırlamaların biraz fazla olduğunu düşünmekteyim.

Hakem sayısı ve kararların verilme tekniği üzerine de bazı öneriler var. Örneğin hakem sayısının dörde çıkarılarak her birinin bir sahayı yönetmesi gibi bir düşünce var. Tabi burada bir sahadan çıkarılan topun öbür sahada ofsayta dönüşmesi halinde hangi hakemin düdük çalacağı gibi konuların açığa kavuşturulması lazım. Kale çizgilerine birer hakem yerleştirilmesi de son zamanlarda revaçta olan bir öneri. Ayrıca hakemlerin ofsayt pozisyonlarını ve topun kale çizgisini geçip geçmediği ile ilgili pozisyonları saha kenarındaki bir kameradan kontrol etmesi gibi öneriler de var. Tabi kamera önerisi maçların çok sık durmasına sebep olabilir, özellikle ofsayt söz konusu olduğunda. Ancak kale çizgisini geçip geçmeyen toplar için bu tür bir yola başvurulması hayal değil. Zira her maç karşımıza çıkan bir pozisyon değil bu.

Oyuncu değişikliği hakkının sınırsız olması ve sarı kart gören oyuncunun buz hokeyindeki gibi bir kaç dakika dışarıda kalması dikkat çeken bir öneri. Şahsen oyuncu değişikliği konusundaki serbestiye pek katılmıyorum, zira bu bile takımları birbirinden ayıran bir faktör. Değişikliği yerinde ve zamanında yapan takımın diğerine göre bir avantajı olmalı ki oyuncu değişikliği hakkı ne kadar fazla ise bu farklılığı yaratma imkanı o kadar fazla olacaktır. Sarı kart önerisine gelince. Bunun benim için bir mahsuru yok ama Türk basını için şöyle bir tehlikesi var. "X oyuncu takım arkadaşları sahada mücadele ederken, her maç dinlenmek için bilerek sarı kart görüyor" gibi spekülasyonları da beraberinde getirecektir emin olun.

Bunun dışında saha ölçülerinin dünya üzerindeki tüm stadlarda eşit boyda olması, rakip sahaya geçildiği anda tekrar geri yarı sahaya pas verilmesinin yasak olması (çıplak gözle gördüğümden biliyorum Galatasaray Karl-Heinz Feldkamp'ın ilk döneminde böyle oynardı), taç atışlarının ayakla kullanılması, aut atışlarını kullanmak için kalecilere belli bir saniye sınırlamasının getirilmesi, kalelerin yirmişer santim büyütülmesi (Sabri Sarıoğlu bu büyütmenin 4 metre olmasını isteyecektir), çift vuruş kuralının kalkarak tüm vuruşların tek vuruşa dönmesi açıkçası benim de katıldığım konular. Uygulanması en zor ama en arzulananı elbette geri pas hadisesi. Zira korner atarken topu kendi kalecisine kadar oynayan bazı kanser sebebi takımlar var ki Galatasaray Gerets'in ikinci senesinde sıklıkla yapardı bunu. Ancak uygulaması da elbet zor zira, bu alan daraltarak oynayan takımların giderek kendi sahasına kapanmasına yol açacaktır. Önemli bir öneri de maç saatinin basketboldaki gibi top pyunu her terkettiğinde durdurularak maç süresinin 60 dakikaya indirilmesi. Bu yöntemin uygulanması belki 60 değil de 50 dakika söz konusu olursa ihtimal dahiline girebilir.

















Gelelim ikinci gruba. Yani turnuva statülerine. Bir kere herkesin kazan kaldırdığı bir nokta var. Deplasman golünün avantajı. Yani 1-1 ve 0-0 biten 2 maç sonunda bir takımın elenip bir takımın tura devam etmesinin saçma olduğu görüşü hakim yorumlarda. Haksız da sayılmazlar. 2 stad arasında atılan golün avantajını tribündeki kalabalıklar ve coğrafi konumun belirlemesi bazen çok acı olabiliyor. Ancak bu kuralın kalkması, yani deplasmanda atılan golün çok büyük öneminin olmaması ilk maçı deplasmanda oynayan takımın oyunu iyice kitlemesine yol açacaktır. Zira deplasman takımı çok da değerli olmayan bir gol için kontratak yapmaya yanaşmayacak ve işi ikinci maça bağlamak isteyecektir. Zira ikinci maçta da yiyeceği tek gol ona büyük bir dezavantaj getirmeyecektir.

Atılan gol sayısına göre puan verilmesi veya 3 golden fazla atan takıma ekstra 1 puan verilmesi önemli bir nokta. İlki olmasa da ikincisi desteklenebilir bir yargı. Zira gol ortalaması 3 olan takımlara bugün dünya futbolunda rastlamak çok zor. Yani bir takımın sezon boyunca 3 golden fazla attığı maç sayısı ortalama 5 veya 6. Yani sezon boyunca normalde olduğundan 5 ya da 6 puanlık bir fazlalık bugünkü kurallardan çok büyük bir sapma getirmeyecektir. Böylece son haftaya 4 puan geride giren bir takım tamamıyle gol atmak için oynayacak ve bu tür lig finalleri heyecanın daha da arttığı maçlar olacaktır. Zaten takımların puan eşitliği halinde birbirinden gol averajı ile değil, birbirleri ile oynadıklar maçlara göre sıralanması ile buna bir nevi yeşil ışık yakıldı.

Turnuva formatlarına gelelim. Bir öneri Şampiyonlar Ligi'ne sadece şampiyonların katılması ve 52 ülkenin şampiyonundan 12 tanesinin seri başı olarak gruplara kalması, geri kalan 40 takımın tek bir ön eleme oynayarak seri başılarla birleşip 32 takımı oluşturması şeklinde. Bu görüşe muhalefet "örneğin İngiltere ligi üçüncüsü Arsenal yerine Estonya Ligi şampiyonunu izlemek çok zevk vermeyebilir" şeklinde. İkisinin de haklı yönleri var.Ancak UEFA Kupası'nın çekiciliğinin artırılması gerektiği de bir gerçek. Ben de 3 ligin 4 takımla katılmasının çok da hoş olmadığını söylemeliyim. Bu sayı ilk 2 ile sınırlandırılabilir. Yani 52 ülkenin ilk 26 tanesi 2, diğer 26 tanesi tek şampiyonla katılabilir ve buradan itibaren önerilen 16 seribaşı+64 takımlı ön elemeden gelen şampiyonlar sistemi benimsenebilir.

Bir öneri de yukarıda otomatik olarak gündeme gelecek UEFA ülkeler sıralaması ile ilgili. Burada herhangi bir ülkenin takımlarının bir kupada elde ettiği başarının diğer kupaya yansımaması yani örneğin UEFA Kupası'nda 3 sene üstüste 4 takımını çeyrek finale bırakan ülkenin her şeye rağmen Şampiyonlar Ligi'ne göndereceği takım sayısında değişme olmaması ve her kupada elde edilen başarının o kupayla sabit kalması. Tabi bu, bir ülkeden 3 şampiyonlar ligi temsilcisi giderken 1 UEFA Kupası temsilcisinin varolmasına, diğerinden 1 şampiyon ve 5 UEFA Kupası temsilcisinin çıkmasına sebep olarak hafif bir karmaşa yaratabilir.

Dünya liginin kurularak 2 sene boyunca sürmesi, Türkiye Kupası'nın klasik eleme sistemine geri dönmesi, liglerin sonunda ilk 2 sırayı alan takımların 3 maç üzerinden bir şampiyonluk serisi oynamaları, maç sonu seri penaltı atışlarının bir dönem ABD Ligi'nde yapıldığı gibi duran top olarak değil, orta sahadan topu alan bir oyuncunun kaleciyle karşı karşıya kaldığı atışlar şeklinde kullanılması da diğer öneriler.

Son öneriyi de ben yapayım. Biliyorsunuz hücum eden ve o sırada ofsayt pozisyonunda olan takımın oyuncusu kendisini oyun sahasının dışına atarsa ofsayt alanının dışına çıkmış oluyor. Ancak savunma ofsaytı bozmamak için bunu yaparsa halen alanın içinde sayılıyor ve yardımcı hakem kale çizgisine yapışıyor. Burada bir eşitsizlik var. Eşitsizliği kaldırmanın yolu hücum oyuncusuna verilen ayrıcalığı kaldırmak. Hücum oyuncusu o anda kendini dışarı atsa bile o atağın bir parçasıdır ve bana sorarsanız ofsayt alanı içindedir. Tabi ayrıntılı yorumdan önce defans oyuncusuna getirilen bu açık eşitsiz uygulama değitirilmesi istememin ana sebebi.


Üşenmeden yazdığınız yorumlar için tekrar herkese teşekkürler.

EREDIVISIE 2008-09 İLK YARI RAPORU















Dün oynanan maçlar sonucu Eredivisie'de ilk yarı sona erdi. Geçtiğimiz senelere oranla sürprizlerin daha bol yaşandığı ve 28 yıllık Amsterdam, Rotterdam, Eindhoven saltanatının yıkılmasına en fazla yaklaştığımız sezonu yaşıyoruz. Bu saltanat son 44 yılda 1 kez kırıldı. AZ'in 1980-81'deki şampiyonluğu ile. O devrimi yapan Alkmaar takımı 2 sene önce tekrarlamaya çok yaklaşmıştı, son hafta bir başka Rotterdam takımı Excelsior onları engelledi. Bu sefer çok daha güçlü şekilde hedefe gidiyorlar. 17 Maçı bitiren Hollanda Ligi'nin ilk yarısını incelemeye alalım.

AZ ligin lideri. Louis Van Gaal'in ekibi Şota ve Koevermars'ın ayrılmasından sonra sarsıldığı 2007-08 sezonundan sonra kabus gibi başlayan ilk 2 haftanın ardından 15 maçta 13 galibiyet 2 beraberlik alarak zirveye kuruldu. Şimdilik Mounir El Hamdaoui takımı tek başına taşıyor ancak son haftalarda ona katılan Ari ve sakatlıktan döndüğünde hücum hattını daha da zenginleştirecek olan genç Belçikalı Dembele ikinci yarı için AZ'in yolunu açık tutuyor. Alkmaar ekibi tam bir kadro istikrarı kurmuş durumda ve iyi-kötü oynadığı maç farkettirmeden kazanıyor. En önemlisi de 3 büyükle ve Twente ile oynadıkları 4 maçı da kazandılar ve tek gol dahi yemediler. Üstelik 23. haftadaki PSV deplasmanında kadar çok rahat bir fikstürleri var zira oynayacakları 5 takımın hepsi ilk onun dışında. Tekrarlıyorum AZ bu sene hem oyun, hem fikstür hem de yarattığı imaj açısından şampiyonluğun en güçlü adayı.

Ajax 3 büyüğün içinde AZ'e rakip olabilecek tek takım. Huntelaar'ın gidişi ile oluşan güç kaybını sezon başında transfer edilen Arjantin'li Dario Cvitanich son haftalarda iyi kapattı. Ancak ikinci yarıya çok zorlu 3 maçla başlayacaklar. NEC ve Groningen deplasmanları ile Heerenveen karşılaşması. Bu maçlarda mutlaka birkaç puan bırakacaklardır. Aynı dönemde görece kolay fikstürü olan AZ puan farkını açıp psikolojik baskıyı da artırabilir. PSV ve Feyennord'un bu sene şampiyonluk yarışına dahil olmaları çok zor görünüyor. PSV 11 puan geride ve nerede ise bütün zorlu maçlarda puan bırakıyor. Feyenoord'un ise pür melalini haftalardır dile getiriyoruz. 100. yılları çöküş yılları oldu.

Asında bu 3 takımın dışında Twente ve Groningen'in de zirveyi zorlayacağı düşünülüyordu ki Twente bunu başardı. 3. sıradalar ve hala şampiyonluk yarışının içindeler. Geçtiğimi yıl elde edilen Şampiyonlar Ligi vizesini bu sene de tekrarlamak için sonuna kadar savaşacaklardır. Ligin şu sene en büyük buluşu olan Eljero Elia-Kenneth Perez-Arnautovic ve Nkufo'dan oluşan hücum hattı bana göre Eredivisie'nin en iyisi. Groningen ise lige iyi başladı ama aynen geçensene gibi haftalar ilerledikçe ipin ucunu kaçırdılar. Özellikle geçtiğimiz ay aldıkları üstüste 4 mağlubiyet onları yarışın dışında bıraktı. Böylece yarış AZ, Twente ve Ajax arasında geçecek gibi görünüyor.

Ligin dibine gelince. Volendam ilk puanını sekizinci ik galibiyetini dokuzuncu hafta aldı. Yani ilk 7 hafta hiçbir şey yapmadılar ama sonraki 10 haftada 3 galibiyet 2 beraberlik ve 5 mağlubiyet aldılar. Böylece düşmelerine kesin gözüyle bakılırken umutlandılar. Suberboeren (süper çiftçiler) lakaplı De Graafschap için takımın da taraftarı olan eşimin söylediği bir söz vardır. "Birinci lig için çok kötü, ikinci lig için çok iyi". Bunun anlamı biliyorsunuz "asansör takım". Yine beklenilen yerde 17. sıradalar. 16. sırada Fortuna Sittard ile birleşmesi için halen masada hazırlıkların yapıldığı Roda JC var. 2008 yılının tümü ele alındığında 15. sırada ise bir sürpriz var. Hollanda futbolunun önemli ekiplerinden Vitesse Arnhem. 10 sene öncenin ilk 10'dan çıkmayan ekibi, takımda yer alan oyuncuların birbilerinin iç çamaşırlarını çalıp kendi arabalarına sakladıkları bir sirke dönüştü. Diğer takımların bulundukları yerler çok büyük bir sürpriz değil. Tabi Feyenoord'un 12.liği dışında ki bunun sebeplerini konuştuk.

Gol krallığı yarışında AZ'li Mounir El Hamdaoui 15 golle lider. Willem'ın kule forveti Frank Demouge ve Huntelaar'ın muhtemel alternatifi Groningen'li Marcus Berg 13'er golle ikinci ve üçüncüsıradalar. NAC Breda'dan Matthew Amoah 12 golle dördüncü sırada. Heerenveen'in Hırvat oyuncusu Pranjic ve Ajax'lı "aktör" Suarez 10 golle takip ediyorlar.

















Rakamlara bakalım biraz da. AZ'in korkunç bir istatistiği var. İlk hafta kendi evilerinde NAC Breda'ya 2-1 mağlup olduklarından beri kendi evlerinde oynadıkları 8 maçın hepsini kazandılar ve daha ötesi tek bir gol dahi yemediler. 21 gol attılar. Düşünsenize sadece DSB Stadion'daki iç saha maçlarına giden bir kombine sahibi 31 Ağustostan beri (yani 4 aydır) bir kere bile üzülmemiş durumda. FC Utrecht'te tam 13 farklı oyuncu gol atmış ki bu bu sezonun en yüksek rakamı. Vitesse'de ise atılan 15 golü sadece 5 oyuncu paylaşmış. Ligin en çok gol atan takımı Ajax ki bu unvan geçen sene de onlara aitti. İkinci sırada AZ üçüncü sırada bu dalda geçen senenin ikincisi Heerenveen var. Bu rakamlar 2008 yılının tümünde Ajax ve Heerenveen'i Hollanda'nın en golcü takımları yaptı. Böyle olunca da birinin golcüsü Galactico'ya (Huntelaar) diğerininki de Premier Lig'e (Alves) transfer oldu. Sparta, Heracles ve Volendam henüz deplasmanda galip gelemeyen takımlar.

Özetle ligin en az gol yiyen, en çok galibiyetalan, en az mağlup olan, en çok puanı toplayan, gol kralını bulunduran takım maddelerinin hepsinde aynı isim var. Kuzey Hollanda Avrupa'da yılın futbol devrimlerinden birisine hazırlanıyor.
















Son olarak ikinci lige de değinelim. Hollanda'da ikinci lig statüsü şu. Lig 20 takımlı ve 38 maçlık maraton beş tanesi 6 maçlık bir tanesi 8 maçlık, 6 adet periyoda bölünmüş durumda. Bu 6 periyodun birincileri otomatik olarak play-out'a kalıyorlar. 38 maç sonunda en çok puanı toplayan takım ise doğrudan Eredivisie'ye yükseliyor. 6 periyod galibi, tüm ligin ikinci ve üçüncüsü Eredivisie'de 16. ve 17. sıradaki takımlarla birleşip 10 takımlı bir play-out oynuyorlar ve bunun sonucunda 2 takım Eredivisie vizesi alıyor. Eğer periyod galiplerinden birisi aynı zamanda tüm ligi lider bitirmişse ilgili periyodun ikincisine bakılıyor. Geçen sene küme düşen VVV Venlo şimdiden 12 puanlık bir fark yaptı ki doğrudan yükselen takım olacaklar bu gidişle. Excelsior, RKC Waalwijk, Telstar ilk 3 periyod sonucu play-out vizesi aldılar.

ATI ALAN GRONINGEN'İ GEÇTİ




















Bağırdık çağırdık blogdan. En sonuncusu 15 gün önce olmak üzere, ayda bir dikkat çektik. Futbol Blog'da bu yazılardan birisi televizyon ekranında ele alınıp bonservis ücreti bile dile getirildi "170.000 euro" şeklinde. Kimse oralı olmadı. 18 yaşındaki Serhat Koç 200.000 euro karşılığı 4 yıllığına Groningen'li oldu. Ocak ayından itibaren "Yeşil Cehennem" Euroborg'da boy gösterecek. İlk profesyonel maçında bu yılın Ocak ayında çıkmıştı genç oyuncu. 2008 harika bir yıl oldu onun için. Yılı bitirmeden Eredivisie'nin kalburüstü takımlarından birisine kapağı attı. Ben bu kadar ucuza gideceğini cidden tahmin etmemiştim. Şimdi Groningen'dan geçen birkaç oyuncu ismi vereceğim.

Luis Suarez, 800 bin euroya Nacional'den geldi 7,5 milyona Ajax'a gitti.
Rasmus Lindgren, Ajax'tan bedavaya geldi, 2,5 milyon euroya Amsterdam'a geri döndü.
Stefan Nijland, altyapıdan yetişti, 4 milyon euroya PSV'ye gitti.
Marcus Berg, Göteborg'dan bedavaya geldi, yüksek bir rakama Huntelaar'ın alternatifi olarak Ajax'a gitmesi bekleniyor.

Serhat Koç.....200.000 euroya FC Eindhoven'dan geldi.......siz tamamlayın

Son gelişme Hollanda 21 yaş altı milli takım hocası Foppe De Haan'ın onu kadroya almak için harekete geçtiği ile ilgili. Hayırlı olsun Hollanda futboluna.

ŞEHRİN MAVİ YAKASINDA REFORM


















Sırasıyla Sunderland, Blackburn Rovers ve Feyenoord için yaptık bu incelemeleri. İlk ikisinin hocası dikkat çektiğimiz noktaları düzeltmeye fırsat bulamadan gitti. Zaten biz ilgili yazıları yazdığımızda koltukları 6.5 şiddetinde sallanıyordu. Feyenoord devre arası tatiline 3-1'lik NAC Breda galibiyetiyle girdi ve taraftarların güveninin hiç kaybetmediği Gertjan Verbeek şimdilik ikinci yarı için koltuğunda oturacak. Bugün değerlendireceğimiz takım Manchester City. Abu Dhabi United Group'un takımı satın alması ve Tayland'lı Thaksin Shinawatra'dan sonra Dr. Sulaiman-Al Fahim'in başkan olmasından sonra transfer piyasası çok eğlenceli bir kişiliğe kavuştu, zira Al Fahim Kaka'dan Robinho'ya, Buffon'dan Messi'ye Drogba'dan Ronaldo'ya herkesi potansiyel transfer hedefi olarak belirledi. Bu gazla yola çıkıldığında 38 maçlı ligin 20 maçı bitirildiğinde göze çarpan 13.lük hiç de iç açıcı bir performans değil. Peki bu sene İngiliz futbolunun 4 büyüğü arasına girmesine ihtimal verilen City neden küme düşme hattının sadece 2 puan üzerinde....Bakalım

Zorlu maçlardaki başarısızlık: Manchester City'nin ligde 6 galibiyeti var, skorları şunlar: 3-0, 3-0, 6-0, 3-0, 3-0, 5-1. Yani City kazandığı zaman rakip takımı perişan ediyor bi nevi. 6 maçta atılan 23 gol ve yenilen sadece 1 gol. Bu yüzden de ligin son 10 sırasındaki takımlar arasında attığı yediğinden daha fazla olan tek takım. Hatta tüm ligi ele aldığınızda en iyi gol averajına sahip altıncı takım. Ama aynı City başabaş giden maçlarda gerekli hamleleri yapamıyor. Kaybettiği 10 maçın 6 tanesini tek farkla kaybettiler. Yani mavilerin bir nevi zoru görünce sıkışma problemleri var. Tabi bu faktörün çözümü de diğer maddelerde.

Baskın oyuncu eksikliği: Bu başlığı aynen Blackburn Rovers yazısından kopyaladım. Hep savunduğum bir gerçek vardır yıllardır. Brezilyalı oyuncular patates kızartmasının üstündeki ketçap gibidir. O olmadan patatesin hiçbir anlamı olmaz sanarsınız ama aslında o tadı veren patatesin orada olmasıdır. Patates olmadan sadece ketçap yiyen bir adam gördünüz mü hiç? Brezilyalılar herşey iyi giderken takıma önemli güç katarlar ama asla maç çeviren, sorumluluk alan, işler kötü gittiğinde "topu alayım" diyen adamlar değillerdir (ilginç şekilde Cassio Lincoln son 2 aydır bir Brezilyalı gibi oynamıyor bu manada). Robinho'dan iyi bir transfer yaratabilirsiniz ama asla bir lider yaratamazsınız. City'nin Roy Keane, Gerrard, Lampard veya Terry gibi sahanın genellikle orta bölümünde oynayıp oyunu yönlendirecek bir oyuncuya ihtiyacı var ve bu ne Robinho, ne Elano ne de Stephen Ireland. Hatta garip gelecek ama bu kadroda bu işi yapabilecek tek adam 35 yaşındaki Dietmar Hamann ama o da artık kariyerinin sonunda.

Performans istikrarsızlığı: Stephen Ireland sadece 3 gün önce takım Hull City'i 5 golle sallarken adrese teslim 3 asist yaptı ve bir de gol attı. Muazzam bir performanstı. Dünkü Blackburn maçında sahada yoktu. Robinho ilk 20 maçın ortalarını sakatlıkla geçirdi. Shaun Wright Phillips 2 maç üstüste iyi oynayıp 1 maçta geziniyor. City sezona Kasper Schmeichel ile başladı, şu anda kalede John Hart var. Geçtiğimiz sezonun flaş isimlerinden Elano bu sezon o denli ön planda değil. Manchester City takımı 11 tane Sergen Yalçın'la çıkıyor sahaya bir nevi. Sergen'in bilirsiniz böyle bir huyu vardı. 1 hafta Maradona'yı bize izletir, sonraki 2-3 hafta oyundan çıkarken "Sergen oyunda mıydı yahu?" dedirtirdi. City en iyi oyuncularından dahi seri çıkaracak bir oyun alamıyor. Bu nedenle sezon başından beri sadece bir kez 2 maç üstüste kazanabildiler. O da ikinci ve üçüncü hafta.

Kapıda Bekleyen Galacticos Sendromu: Bu 2009'da ortaya çıkacak bir problem. Transfer dönemi açıldığında en az 3 mevkinin yeni oyuncularla doldurulacağını düşünüyorum. Bu sayı Arap sermayesine göre 4 veya 5 bile olabilir. Real Madrid Beckham, Zidane ve Figo'yu sahaya sürerken yanlarında Mkalele'yi de bulunduruyordu ve ayrıca asıl farkı yaratacak şekilde kulübede bir "baba" oturuyordu. Vicente Del Bosque. Mark Hughes yaratılacak bol yıldızlı kadronun dengesini bozmadan bir nevi herkesin ağzına bir parmak bal çalarak dengeyi koruyan bir hoca mı? Şüphelerim var. O koltukta Bobby Robson otursaydı farklı düşünebilirdim. Ama Hughes, saha içi taktik disipline bağlı, Sir Alex Ferguson ekolünden gelmiş bir adam. Çok sayıda büyük egolu oyuncu transferi yönetimsel zorlukları da beraberinde getirebilir.

SWAHN VE TABELALAR

Yan tarafta resmini gördüğünüz yaşlı adamın ismi, Oscar Swahn. 20 Ekim 1847, İsveç doğumlu. 1908 yılında Londra’da düzenlecenek olan olimpiyat oyunları öncesinde İsveç Olimpiyat Komitesi yetkilileri, sıkı bir avcı ve nişancı olduğunu öğrendikleri Swahn’ı ziyaret ederler ve ondan olimpiyat oyunlarına katılmasını isterler. Oyunlar için çok yaşlı olduğunu söyleyen ve katılmak istemeyen Swahn’ı komite yetkilileri ikna eder ve Swahn oyunlara katılır.

60 yaşında katıldığı ilk olimpiyatta Swahn, 2 altın ve 1 bronz madalya kazanarak, dünyanın en yaşlı olimpiyat şampiyonu olur. Dört yıl sonra kendi ülkesinde düzenlenen oyunlarda Swahn, 1 altın, 1 de bronz madalya ile yine ülkesini gururlandırır. 1920’de Antwerp’de düzenlenen oyunlarda 1 gümüş madalya kazanan Swahn, 72 yaşında olimpiyatlara katılan en yaşlı sporcu ünvanını alır. 1924 Paris oyunlarına hastalığı nedeniyle katılamayan Swahn, üç yıl sonra 1927 yılında hayatını kaybeder ve bir olimpiyat efsanesi olarak edebiyete intikal eder.

Görmüş olduğunuz tabela ise Stockholm belediyesinin, Swahn’ın olimpiyat şampiyonluğunun 100. yılı anısına Stockholm’deki olimpiyat müzesinde sergiye açtığı, 1908 Londra olimpiyatlarında vurmuş olduğu tabela....değil elbette!

Muhtemelen yüksek promil seviyesinde, “olm aha bak, bu tabelayı şu tepenin arkasından vurmazsam adam değilim, giriyon mu lan iddiaya” şeklinde cereyan eden bir muhabbetin ürünü.

Peki atıcılıktaki hünerlerini şehirlerarası tabelalarda ispatlayan memleket insanının atıcılık diye olimpik bir sporun varlığından haberi var mıdır? Yoksa neden yoktur? Atıcılık federasyonu, topu kendilerinden iki satır bile bahsetmeyen medyaya atar, medya da bu topu, spor haberleri altında GS idmanında kemik sesleri, BJK divan toplantısı yapıldı, vs.. haberleri ile auta atar.

Bize göre ise sorumlu, her fırsatta sporu devlet politikası olarak kabul etmeleri gerektiğini söyleyen ancak ne hikmetse bir türlü kabul edemeyen yönetimdir tabi ki.

Silaha düşkünlüğü ile de bilinen Karadeniz yöresinde yılın belli zamanlarında yayla şenlikleri yapılır, bilirsiniz. Bu şenliklerden herhangi birinde Türkiye şampiyonasının bir etabını düzenlemek ya da tamamen gösteri amaçlı bir müsabaka tertip ederek en basitinden insanlara “beyler/bayanlar dağlara, taşlara, tabelalara ateş edeceğinize, gelin bu işi spor olarak yapın” mesajını vermek çok mu zordur?

Başka seçenekler de mevcut tabi ki. Hayal gücünün dizilerle sınırlandığı, tüm fayda ve kazanımların para ile ölçüldüğü bir devirdeyiz. Olimpiyat oyunlarında şampiyon olan sporculara devlet az buz değil tam 750 cumhuriyet altını ödül veriyor. Zafere giden her yol kutsaldır mantığıyla, bir kampanya düzenlenir; kampanya afişinde ellerinde silahları ile bir tarafta Polat, diğer tarafta Memati, sırt sırta verip nişan almışlar, altında büyük puntolarla “Kim 750 cumhuriyet altını ister? Müracaat : Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü” yazar, sonra gelsin dünya şampiyonlukları gitsin olimpiyat rekorları. Bu konuda ciddiyim, yani bu bile iyi kötü bir hamledir.

Yıllardır Alp Kızılsu haberleri izledik TRT Spor bültenlerinde adamcağız da yaşlandı artık, neyse ki şimdilerde Oğuzhan Tüzün isminde henüz 26 yaşında başarılı bir genç var. Bir 10-15 sene de onun sırtına bineriz, daha genç nasıl olsa...

by gorky.

26 Aralık 2008 Cuma

EZELİ REKABET-34












Van Damme vs. Palmiye

Kurt Slaone (J.C. Van Damme): I can't..That's It
Usta Xian Chow (Dennis Chan): Take your pack and leave my house
Kurt: What? What's goin'on?
Usta:You don't want training
Kurt:You want me to break my leg?
Usta: Your brother....remember?
Kurt: (abisinin pataklandığı sahneler aklına gelir)......You want this....hııııııı....what about this?....hııııııı....haaa....huuu....this....hıaaaa

palmiye yıkılır. Hoca hafiften sırıtarak uzaklaşır. Bu akıllara zarar film ve nice dövüş filmi hakkında haftaya bir yazı geliyor. O zamana kadar videoyla idare ediniz.

Herkese iyi tatiller.

BİRİ BANA ANLATSIN vol.1


















Joe'nun başlattığı Biri Bana Anlatsın bölümlerini artık her Cuma kapanışında yapacağız. Böylece genelde hafta sonu yazı trafiğinin çok fazla olmadığı 2 gün boyunca yorumlarınızı daha sağlıklı yazabilirsiniz ve bunları toparlamamız kolay olur. Bu haftaki tartışma konumuz aslında geçen haftaki meşhur "sarı kart" hadisesinden yola çıkarak ele alacağımız bir konu. Özellikle Delgado'nun hakeme sarı kart göstermesi yönündeki baskısı yüzünden atılması üzerine birçok kişiden "kurala göre karar haklı olabilir, ancak kuralın kendisi yanlış, değişmesi lazım" şeklinde yorumlar aldık. Konumuz bu. Dünya futbolunun bugünkü kurallarında değişmesini istediğiniz noktalar. Buna oyun kuralları, uluslararası turnuvaların formatları, turnuvaların düzenlenme biçimleri gibi her şey dahil. Yani hakem sayısı beşe çıkarılsından, Türkiye Asya Federasyonu'na alınsına, Avrupa Kupa Galipleri Kupası geri dönsünden, oyuncu sayısı 11'den 10'a düşürülsüne kadar her türlü önereceğiniz şeyi yazabilirsiniz. Bunları pazar akşamı toparlayıp pazartesi günü bloga düşeceğiz. Tabi fikrinizi söylerken 2-3 satır da olsa gerekçesini belirtirseniz çok mutlu oluruz. Bu arada bizi bu konuyu ele almaya götüren kararın doğruluğu üzerinde (yani Delgado'nun sarı kartı) söyleyecek kelamınızı buraya değil, ilgili maçın yazısına gönderirseniz seviniriz.

Son notum da sitede bugün gördüğünüz değişiklikle ilgili. C Bilişim Reklam Ajansı'nın blogumuzu takip eden çalışanlarının bize yaptığı bir jest sonucu blogun tepesine kendi tasarladıkları bir bannerı yerleştirdik. Yorumunuzun son cümlesini de beğeni veya eleştirinize ayırırsanız makbule geçer.

Dökülün bakalım.

CEVHER KANGURULAR


Gençlerbirliği'nin son transferi Avustralya Ligi takımlarından Central Coast Mariners'ın orta saha oyuncusu Mile Jedinak. Jedinak takımının Avustralya Ligi'nde son 3 sezonda 2 kez şampiyonluk için play-off oynayıp kaybetmesine rağmen en çok dikkat çeken ismiydi ve geçen sezon da taraftarlarca sezonun en iyi oyuncusu seçildi. Avustralya milli takımında da oynamaya başlayan Hırvat asıllı oyuncu kariyerini kısa bir Varteks macerası dışında Avustralya'da geçirmiş bir oyuncu. 24 yaşında 2,5 yıllığına başkent ekibinin kadrosuna katıldı. Gençlerbirliği başkanı İlhan Cavcav'ın sevmeyeni çoktur, benim de eleştirdiğim çok noktası vardır ama transfer konusunda dünya çapında bir adamdır kesinlikle bunu kabul etmek lazım. Onun periyodik olarak bazı ülkelere yoğunlaşması ve oradaki yetenekleri bulmaya çalışmasını hep takdir etmişimdir. Bu yönüyle İskandinavya ve Güney Amerika'ya düzenli olarak oyuncu avcılarını gönderen Hollanda ekiplerinin başkanlarına ve yönetimleriyle benzerlik gösterir. Cavcav Afrika ile başlattığı oyuncu akımını, daha sonra Belçika ağırlıklı Kuzey Avrupa'ya taşıdı. Son birkaç yıldır da Avustralya'yı araştırıyor. Skoko bence bu yolda bir kırılma noktası oldu. Zira Cavcav'ın hangi dinamikle onu Türkiye'ye getirdiğini bilmiyorum ama tahminim Belçika'da Genk takımından transfer ettiği Avustralyalı'nın yeteneklerini görüp benzer oyuncuları daha Avrupa'ya gitmeden genç yaşta transfer etmek için A-Lig'e gözünü çevirdi. Nick Carle serinin sonraki halkası oldu. Bülent Korkmaz onu beğenmediği için takımdan gönderdi, Carle şu an İngiltere'de Crystal Palace'da futbol hayatını sürdürüyor (ki Cavcav Korkmaz sebebiyle gönderdikleri bu oyuncu için pişman olduklarını söylüyor). 21 yaşındaki Bruce Djite ve James Troisi takıma bu sene katıldı. Son halka da Jedinak oldu. Avustralya futbolundaki bu cevherleri bulma adına Anadolu kulüpleri İlhan Cavcav'ı örnek almalı. Neden mi?

Tim Cahill 18 yaşında Sydney United'dan Millwall'a geldi, Brett Emerton'ı Feyenoord Sydney Olympic'ten 21 yaşında iken transfer etti, Harry Kewell Leeds United'a geldiğinde 17 yaşında bir Marconi Stallions oyuncusuydu, Mark Bresciano 19 yaşında iken Carlton FC'den Empoli'ye katıldı, Mark Viduka Melbourne Knights'dan Dinamo Zagreb'e transfer olduğunda 20 yaşındaydı, John Aloisi Avrupa'ya geldiğinde 17 yaşında Adelaide City'den ayrılmıştı......örnekleri çoğaltabilirim. Burada dikkat çekmeye çalıştığımız şey, Avrupa futbolunda önemli işler yapan tüm Avustralyalı oyuncuların Avrupa değil Avustralya futbolu ve liginden çıkmış olmaları. Oraya eğilmek ve genç yetenekleri keşfetmek önemli. Üstelik henüz çok fazla saldırılan bir kıta olmadığından bonservis ücretleri de bir Arjantinli veya Brezilyalı gibi pahalı değil. Gençlerbirliği'nin bu atılımını tüm Anadolu kulüpleri, Avustralya olmasa bile henüz tam olarak el değmemiş ve yetenekleri sömürülmemiş ülkeler için (kısmen Sırbistan, Angola, Baltık ülkeleri, ABD gibi) takip etmeli.

İNTERNETTE RÖNESANS

















Justin Kan. 24 yaşında San Francisco'lu bir genç. Hayatımızı ne kadar etkileyebilir? Bu genç sadece bizim değil İngiltere Premier Lig ekonomisini kökünden sarsıyor bir süredir. Sadece evinde oturarak yaptığı bir girişimle. Otoriteler 16 yıllık Premier Lig tarihinin ve televizyon yayınlarının hiç bu kadar tehdit altında olmadığını belirtiyorlar. Sebebi bu gencin isminde saklı. Justin. Yani 2007 Nisan ayında Justin TV adındaki siteyi açan gencin ismi.

Justin Kan'ın bir gün bilgisayar başında otururken uygulamaya koyduğu ve kullanıcıların çok basit erişim imkanları ile dünya üzerinden bir çok maçı yayınladıkları, bugün 90.000 kanala ulaşmış bu site dünya üzerindeki neredeyse her maçın yayınlanması için bir platform oluşturmuş durumda. Premier Lig'de her hafta oynanan 10 maçın 10 tanesi de bu siteden birden fazla kanal seçeneği ile yayınlanıyor. Site ilk yaratıldığında kullanıcıların kendi hayatlarını bir webcam aracılığı ile yansıttıkları bir tür "Truman Show" eğlencesi idi. Şimdi ise insanlar maç yayınlarının paketini satın alıp almama konusunda bu site sayesinde 2 kez düşünüyorlar. Premier Lig'in yayın hakları 2007-2010 yılları arasını kapsayan 2.6 milyar dolarlık bir anlaşmayla satıldı. Bu muazzam rakamın 24 yaşındaki Kan tarafından ciddi tehdit altında olduğu Premier Lig yetkilileri tarafından kabul edilmiş durumda. Daha önce bu tür telif hakları için 5 internet sitesine dava açıldı ve tümü site sahiplerinin aleyhine sonuçlandı. footballon.net, freepremierleague.com ve premiershiplive.net. bu sitelerden bazıları. Google ve youtube'un da benzer davaları desteklemesi ve mümkün olduğunca futbol maçlarının özetlerinin dahi kendi sitelerinden yayınlanmasına engel olmasından cesaret alan İngiliz futbolunun yöneticileri çok yakında Justin Tv'ye de yüklü bir tazminat davası açmaya hazırlanıyorlar. Bugün önemli bir kurum haline gelen Justin TV şirketinin CEO'su Michael Siebel, dünya üzerinde milyonlarca kullanıcısı olan sitedeki her faaliyetin denetlenmesinin imkansız olduğunu, site yöneticilerinin DMCA olarak bilinen Milenyum Dijital Telif Yasası'na (Digital Millennium Copyright Act) sadık oldukları ve bu yasaya aykırı davranan şahısların siteye erişiminin engellendiğini bu yüzden kendilerinin sorumluluk kabul etmeyeceklerini belirtti. 90 dakikalık bir futbol maçı için 90.000 kanal üzerinde denetim yapmak imkansıza yakın bir durum. Üstelik bu tür siteler sadece Batıda değil doğuda da yaygın. Çin kaynaklı PPLive sitesi Batının telif hakkı yasalarının kapsamı dışında. Dolayısıyla onlara kanuni bir yaptırım uygulamak imkansız gibi.

Oxford Üniversitesi Internet Enstitüsü'nde görev yapan Wolf Richter gün geçtikçe bu tür sitelerin sayısının azalıp üye sayısının arttığını ve dosya paylaşımı ve teknik destek gibi olankların artmasıyla şahısların çok daha yüksek yayın kaliteleri ile maçları yayınlamaya başladığını ve bunun önüne geçilemeyeceğini belirtiyor.Konu masada olduğundan beri birçok çözüm üzerinde duruluyor. İşin içinde İngiltere'den söz konusu sitelere bağlanan kullanıcıların tespit edilip kendilerinden vergi alınması gibi uçuk çözümler dahi var. Bu akımın giderek büyümesi 2010-2013 dönemi yayın haklarının satılması sırasındaki teklifleri oldukça olumsuz etkileyecek.Bu noktada birçok otorite Premier Lig yayın kuruluşları ve yöneticilerinin internet siteleri ile kedi fare oyunu oynamak yerine yayın kalitelerini artırıcı ve korsan yayınları engelleyici bir takım önlemler almasının daha yararlı olacağını düşünüyor.

Küçükken çigi filmlerde hep duyardık bu cümleyi. "Bu silah insanlık için harika bir buluş, ama kötülerin eline geçerse dünyanın sonunu getirebilir." İnternet böyle bir şey işte. O internete çektiği kısa filmi koyup Hollywood yönetmenliğine, yaptığı şarkıyı koyup müzik dünyasına adım atan da var, tek gayesi 1.000.000 kişi bulmak olup acaip iddialara girişen, teknoloji hırsızlığı yapan da.

EFSANE KADROLAR: BONUS TRACK


Efsane kadrolar yazıları futbolla ilgili olduğu için bu kadroya yer veremedik. Ama veremeseydik bir tarafım şişerdi diyeyim. Basketboldan vereceğimiz kadro. 1996-98 arası Efes Pilsen'in hiçbir Avrupa maçını kaçırmamış bir basketbolsever olarak Petar Naumoski-Ufuk Sarıca-Volkan Aydın-Conrad McRae-Tamer Oyguç ilk beşini unutmak mümkün değil. Alabildiğine kontrollü 3 oyuncunun arasında zaman zaman oyun içinde parlayan bir shooting guard ile efsane bir power forvet yerleştiren Aydın Örs efsane bir ekibe imza atmıştı. Ama benim bugün anlatacağım kadro o değil. Fenerbahçe'nin 1998-99 sezonunun ilk yarısında oluşturduğu, bana göre Türk basketbol tarihinin ulusal takımlar ve kulüp takımları bazında en iyi kadrosu. Mahmoud Abdul Rauf-İbrahim Kutluay-Marko Milic-Conrad McRae-Zan Tabak. Tourette Sendromu olan (maç içinde de görülen periyodik olarak tekrarlanan tikler) Abdoul Rauf Fenerbahçe'ye NBA'in Vancouver Grizzlies takımından transfer edildiğinde % 90'lara varan bir serbest atış yüzdesi ve işi ciddiye aldığında Utah Jazz'a 50 sayının üstünde atacak kadar yetenekli bir adamdı. NBA'de ilk 5 oynayan bir oyuncu transferi çok rastlanılan bir durum değildi. 3 numara Marko Milic NBA draftında Phoenix Suns tarafından edilmiş ancak o seneki lokavt sebebi ile Avrupa'da kariyerine devam edecek bir takım arıyordu. Pivot Zan Tabak Fenerbahçe'ye geldiğinde 4 senelik bir NBA kariyerini geride bırakmıştı. Conrad McRae ise Türk basketbolseverlerinin çok yakından tanıdığı bir adamdı. Bu kadroyu efsane yapan maç da Euroleague'in ilk Abdi İpekçi'deki ilk maçıdır. Bir önceki yılın Avrupa Kupası şampiyonu Litvanya'nın en güçlü ekibi (o sezon Euroleague'i de kazanacak olan) ve kadrosunda Zukauskas, Jiri Zidek, Adomaitis, Stombergas, Maskoliunas ve Tyus Edney gibi isimleri bulunduran Zalgiris Kaunas ile karşılaşan Fenerbahçe rakibini maçın sonunda adeta şov yaptığı bir oyundan sonra 99-84 mağlup etmiş ve tüm Avrupa'ya Euroleague şampiyonluğu için mesaj yollamıştır. Daha sonra kendi evinde Cagiva Varese, Cibona Zagreb, Tau Ceramica gibi takımları da mağlup eden Fenerbahçe son 16'ya kalmayı başarmış ancak kendi seyircisi önünde oynadığı oyunun o sene Euroleague'deki hiçbir deplasman maçında sergileyemeyince Real Madrid'e 2 maç sonunda mağlup olarak elenmiştir. İspanya'da 85 - 74 kaybedilen o maç efsane kadronun da adeta son maçı olmuştur. Önce Milic ardından Abdul Rauf'un takımdan ayrılışları kadroyu sarsmış Fenerbahçe ve Türk basketbol bu derece spektaküler oyuncuların bir arada olduğu bi kadroyu asla görememiştir. Tabi bu noktada bu efsane beşliyi yönetmek için kenarda olan ismin Halil Üner gibi kapasitesi belli bir koç olmasının da etkisi yadsınamaz. Üner Real Madrid'le yapılan ve çeyrek final mücadelesi sırasında İstanbul'da 89-81 kaybedilen ilk maçta, sonlara doğru aldığı gereksiz teknik faul ile takımın ipini kenardan çekmiştir.

25 Aralık 2008 Perşembe

KARA KITADA HAZIRLIKLAR


Yıllar önce televizyonda bir reklam çıkmıştı."6 milyar insan İstanbul'a geliyor". İlk gördüğümde korkmuştum.Ertesi gün okula gittim. Herkeste aynı korku vardı. Neydi bu Habitat? O kadar adam nereye sığacaktı?. Bizim eve de yatıya bir kaç kişi gelirdi elbet. O kadar adamı nasıl doyuracaktık. Çok geçmeden İstanbul'da kaldırımlar boyandı, bahçeler süslendi, sokaklar temizlendi. Sonuçta gele gele çiçek çocuklarının 90'lı yıllar versiyonu geldi. Sivil toplum örgütleri. Halbuki bizim liseden nice yiğit Venezuela'lı kızları bekliyordu. Hayaller yıkıldı tabi. Meğer çevre konferansı imiş Habitat. Beşinci sınıf bir uluslararası organizasyon için bile İstanbul'un sokakları süslenmişti. Yıllar önce de Amerikan donanması İstanbul'a gelecek diye Zürafa Sokak'taki malum evlerin boyandığını bilirim. Bilirim derken anlatılır tabi o zaman biz yoktuk meydanda. Uluslararası organizasyonlar böyledir işte. Organizasyonun yapıldığı ülke, organizasyonun büyüklüğüne göre belli bir süre önceden hazırlığa girişir. Konu Olimpiyatlar, Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonası olduğunda bu hazırlık yıllar öncesinden başlar. 2012 için Polonya ve Ukrayna bazı stadlarını son aşamaya getirdiler. Güney Afrika'ya gelince. Dünya Kupası yılda 21.000 kişinin öldürüldüğü ülkeyi değiştirmeye başladı bile.

Alttaki resime bakın. Bana Tanrıkent filmindeki Brezilya mahallesini hatırlatıyor hemen. Ama burası 2010 Dünya Kupası finalinin oynanacağı Johannesburg'un Soccer City Stadyumu'na ev sahipliği yapan Soweto bölgesi. Soweto yıllardır Johannesburg'un en fakir yerleşim yerlerinden birisi olarak biliniyor. Ancak son birkaç yıl içinde organizasyon hakkının alınması ile kente çok büyük yatırımlar yapıldı. Artık Soweto ailelerin Honda ve Toyota marka arabaları ile alışveriş merkezinde vakit geçirdikleri bir kente dönüşmüş durumda. Resimde görülen yıkık dökük evlerin çoğu düzgün mimarili apartmanlar ve binalarla değiştirilmiş durumda. 2010 yılına gelindiğinde Güney Afrikalı organizatörler Soweto'yu, Nelson Mandela'nın gençliğinin bir bölümünü geçirdiği bu yıkık bölgeyi bir kültür turizmi merkezi haline getirmeyi planlıyorlar. Tabi bu çalışmalar ülkenin önemli bir bölümünden de tepki çekti. Güney Afrika Cumhuriyeti'nde yoksulluk sınırının altındaki insan sayısı halen milyonlarla ifade ediliyor. Hal böyle iken sadece Dünya Kupası organizasyonunu alabilmek için harcanan 2.8 milyar euronun çok daha yararlı işlere kullanılacağını ifade edenler de mevcut. Johannesburg'un gettolarının önemli bölümüne halen elektrik verilemiyor. Tabi bir de ülkede yıllardır süren siyah-beyaz çatışmasının varlığı var. Büyük şehirlerdeki çarpık kentleşme beyazların etrafı yüksek çitlerle çevrili, yüksek güvenlik önlemleri ile dolu evlerde yaşamasını ve kendilerini soyutlamasını beraberinde getirdi. Dünya Kupası bu topluluğun maçlar sebebi ile diğer toplumlarla ve kendi içindeki siyahilerle buluşmasına yol açacak. Oluşacak kargaşanın her yıl 21.000 kişinin öldürüldüğü ve birçok silahlı soygunun yaşandığı ülkede büyük sorunlara yol açacağı belirtiliyor.













Yukarıdaki sorunların ve şiddet olaylarının önüne geçmek için hükümet turnuva boyunca büyük önlemler alacak. Tam 200.000 polis görev yapacak Dünya Kupası'nda. Terörist saldırıları ve bazı uçak kaçırma eylemlerini önlemek içni her gün askeri uçaklar 10.000 feet üzerinde ve stadyumlar çevresinde uçuş yapacaklar. Dünyanın en büyük altın rezervlerinden bir kaçının bulunduğu ülkede yıllardır varolan sorunlar Dünya Kupası yaklaştıkça daha çok dile getirilmeye başlayacaktır. Kupanın önemli yanları da olacak elbet. Futbol organizasyonlarının gittiği her ülkede bu oyuna olan ilgiyi artırması Afrika'da da gerçekleşecek. Soweto'nun gecekondu mahallesinden çıkıp Leeds United'a transfer olan ve burada bir simgeye dönüşen Lucas Radebe çocuklar için çok önemli bir model. Diğer çocuklar da televizyondan gördükleri birçok yıldızı çıplak gözle görme imkanına kavuşacaklar. Kayıp kıta ilk defa Dünya Kupası'nı evinde misafir edecek. Turnuva önemli futbol okullarının kurulmasına da ön ayak olabilir.

Soweto'daki Soccer City Stadyumu mimari açıdan aynen Beijing'deki Kuş Yuvası gibi kıtaya özgü renkler ve mimari ile (stad bir Afrika çömleiğini andırıyor) öne çıkıyor. 94.000 kişilik stadın dünya üzerinde şu ana kadar en çok büfe, restoran ve tuvalete sahip stadyum olacağı söyleniyor. Taraftarlar turnuva boyunca kupa için özel olarak tahsis edilmiş otobüslerle stadlara gidip gelecekler. Güney Afrika turnjuva için 5 yeni stad inşa ediyor ve 5 tane stadı da restore ediyor. Açılış ve final maçlarının oynanacağı deniz seviyesinin 1.700 metre yukarısındaki Soccer City Stadyumu 2009 Kasımında tamamlanacak. Diğer stadların da bu süre zarfında tamamlanması bekleniyor. Hava, deniz ve demiryolu ulaşımına turnuva başlangıcına kadar tam 550 milyar euro harcanması bekleniyor. Benzer şekilde bazı rakamlar verirsek. Turnuvanın 100.000 kişiye istihdam sağladığı, 80.000 kişiye turizm ve organizasyon komitelerinde iş olanağı verdiği biliniyor. Tam 500.000 taraftar bekleniyor ülkeye. Bu taraftarların ülkeye 1.4 milyar euro civarı bir gelir bırakması bekleniyor. Güvenlik önlemleri için 120 milyon euroya yakın bir para harcandı. Sadece stadyum ışıklandırmaları için 16 milyon euroluk bir bütçe ayrılmış durumda.

Kupanın Afrika'nın güney ucuna yaptığı etkilerin hangi yönde olduğunu ilerleyen haftalarda incelemeye devam edeceğiz.

45'LİK FUTBOLCULAR



İsim pek mi manidar oldu? Açıklayayım. Şimdi memlekette bir Issız Adam modası var ya? - Yok merak etmeyin, ben ondan bir şey yazmayacağım, sadece yazının hikayesini anlatıyorum.- Filmde 70'lere bolca gönderme var hani. Ayla Dikmen'ler, Nil Burak'lar, Semiramis Pekkan'lar. Tabi bu şarkılar birden piyasaya düşünce internet siteleri de hareketlendi. O sırada bir kaynak keşfedildi - şimdi ismini vermeyeyim, kapatılır falan neme lazım, isteyen olursa bildiririm.

Neyse, bu kaynakta gezinirken bir isim gözüme çarptı ve yazının konusu da buradan doğdu aslında. 1970'lerdeki Pop çılgınlığını pek yakından bilmeyen bizler için o dönemden bugüne kalamayan pek çok isim tarih olmuş durumda. Ama o dönemde doğmuş futbolculardan bugün sahalarda koşturanlarındaki esinlenmeyi merak etmedik değil. Acaba o gün babaları gerçekten popçuların şarkılarına hasta olup mu çocuklarına bu isimleri vermişti? Bu sorunun cevabını ancak, futbolcular buraya yorum yazarsa anlayabiliriz, ama biz yine de en "öyleymiş" gibi gelenleri yazalım.

Ömer Aysan Barış



Evet, yazı bu isimden çıktı ortaya. Yani bir baba ya da anne şarkıcıdan etkilenir de, adını çocuğuna koyabilir tamam, ama onun adında şarkıcının soyadı da var! Hakiki Ömer Aysan, 1972 yılında Günaydın gazetesinin düzenlediği yarışmada 3. olmuş. 1972'de çıkardığı ve yukarıda resmi görülen 45'liği de iki şarkıdan oluşuyor: Kara kuzu ve Miş Mış.

Ömer Aysan Barış ise 1982'de doğuyor. Acaba Ömer, pek mi karaydı da, kara kuzudan gidip o ismi seçtiler, diye de düşünebiliriz belki. Ya da akrabalık olabilir mi, kimbilir? İsim konulurken, adı gibi sesi güzel olsun inşallah da denmiş olabilir hatta, ama "bu devirde ya popçu ya topçu olacaksın arkadaş" klişesinin başarılı örneklerinden. Popçu olamadı fakat iyi topçu oldu diyebiliriz onun için.

Berkant Göktan

Bu tespit biraz daha yoruma yakın tabi. Şarkıcı Berkant'ı tanımayan futbolsever yok bir şekilde. Samanyolu şarkısı zaten tribünlerde, dillerde. Berkant, meşhur Samanyolu şarkısını 1967'de sunuyor piyasaya. Kaynaklara göre ilk başlarda pek etkili olmayan şarkı, sonraları dilden dile yayılıyor. Sanatçı 1970-75 yılları arasında plak çalışmalarını sürdürüyor. 80'lerde ise Avrupa'ya açılıyor.

Artık Berkant'ın babası bu dönemde konser izleyip mi etkilendi bilinmez, ama Aralık 1980'de Almanya'da doğan çocuklarına Berkant adını veriyorlar. Berkant'ın kariyeri de malum. Başlarda müthiş bir çıkış, Bayern'de isminden fazlasıyla söz ettiren Berkant, sonra Türkiye'ye olaylı transferini yapıp önce Galatasaray'da sonra da Beşiktaş'ta yedeklikten kurtulamıyor. Maalesef onun isim babası gibi unutulmaz bir eseri de yok. Son kokain vakası da belki sonu oldu.

Cem Karaca




Cem Karaca'yı sadece 70'lerin popçusu olarak adlandırmak ayıp olacaktır tabi. Ancak Türk müziğine damgasını vurmuş büyük müzisyenin 70'lerde müthiş bir çıkış yaptığını hepimiz biliyoruz. En önemli şarkılarından Namus Belası ve Tamirci Çırağı da ardarda 1974 ve 1975'te çıkıyor. Almanya'daki küçük Cem ise 1976'da doğuyor. Bir baba, soyadı Karaca iken oğluna Cem ismini veriyorsa, sanatçıya hayran olmaması pek mümkün gözükmüyor.

Küçük Cem mi? (İşte Hayat programlarına döndü, küçük Cem ne ya) 2000'de Yozgat'a geldi. Sonra Fenerbahçe'yi gördü. Konya, Kayseri, Sivas derken şimdi İstanbulspor'la 2. Lig'de. Zirveyi de görmüş, düşüşteki bir öykü.

Ersen Martin



Tamam kabul, en uydurması bu olabilir. Ama bunda da bir gerçeklik payı olabilir şüphesindeyiz. Ersen ve Dadaşlar 1969-81 yılları arasında yoğun bir 45'lik üretimine geçmiş. Sonrasında ise 1993'e kadar albüm çalışmalarını sürdürmüşler. 3 albümleri de Almanya'da yayınlanmış. Üçüncüsü 1979'da!

Ersen Martin de 1979'da Almanya'da doğuyor. Baba grubun hayranıysa, esinlenme olması muhtemel tabi. Gerçi Ersen'in soyadında da bir falso var. Röportajlarında Türk olduğunu üzerine basa basa söylüyor, eksisozluk'teki bir girişe göre de Martin silah türünden almışlar soyadlarını. Bilemiyoruz artık.

Bunlar dışında kimler var?

Aslına bakarsanız, uyduracak olsak isim çok. Alpay Özalan için Alpay'dan esinlenilmiş diyebiliriz mesela. Ya da daha genel isimlerde pek fazla yorum yapamıyoruz. Yani Ferdi Elmas, Ferdi Tayfur'dan; Müslüm Can, Müslüm Gürses'ten; Orhan Ak, Orhan Gencebay'dan alınmış desek pek isabetli olmayacak. O sebepten abartmadan duralım.

Futbolcudan esinlenilen isimler var bir de. Bir ara herkesin Rıdvan, Sergen, Tanju olduğu söylenirdi. Var mı ortalıkta 15-20 yaşında olması muhtemel bu gençleri gören..

by tunchay